Bu haber kez okundu.

DR. SADIK TOP'UN KALEMİNDEN EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
banner229

Basit Halk İçinde Farklı Olan İnsanlar  

İnsanın bilinen tarihinde, hem uygarlar hem de barbar toplumlarda/topluluklarda genel populasyondan ayrı olan, yani herkesin taşıdığı özelliklerden daha farklı özellikler taşıyan; konuşmasında, düşüncesinde veya davranışlarında herkesten farklı olan birtakım insanlar her zaman olmuştur.

Toplumun geneline göre aykırı sözler söyleyen ve/veya aykırı davranışlar sergileyen bu olağandışı(anormal) insanlara diğer insanların davranışları her toplumda farklı olmuştur. Örneğin, çok uzun dönemler arkaik (ilkel göçebe) bir yaşam tarzı sürdüren Türk göçebe toplumlarının bazılarında diğer insanlara göre olağandışı davranışları olan, hatta üstün zekalarıyla herkesi şaşkına uğratan bu bu aykırı insanların öldürüldüklerine ait tarihsel kayıtlar vardır.

Örneğin, Arap gezgin İbn Fadlan, 10.yüzyılda bile göçebe kabileler halinde çadırlarda yaşayan Türk topluluklarında sıradan insanlardan farklı olan insanları öldürdüklerini kaydetmiştir. Ibn Faldan, Bağdat’taki Abbasi Halifesi Muktedir’in(895-932) elçisi olarak, o devirde bile göçebe bir yaşam sürüdüren Türk kökenli Volga Bulgarlarını İslam dinine davet için görevlendirilen elçilik kurulunun başkanıdır. Elçilik kurulu 921 yılında yola çıkmış, yaklaşık 1 yıl süren bir yolculuktan sonra Volga Bulgarlarının çadırlarına varmıştır. Bu 1 yıllık süreçte Oğuz Türkleri başta olmak üzere Asya streplerinde çadırlarda göçbe yaşam sürdüren çok çeşitli Türk boylarının obalarından geçmişer, bazı obalarda günlerce hatta aylarca misafir kalmışlardır. Bu süreçte o topluluklarda kadınların aile ve toplumdaki statüsü, homoseksüellik, kölelik, beslenme ve giyim tarzları gibi birçok ayrıntıyı “Rihla” (seyhatname) adıyla yayınlamıştır. Bu notlara göre, erkeklerin olduğu her ortamda kadınlar da vardır ve onlar da söz alıp düşüncelerini, görüşlerini açıklarlar. Oba toplantısında, herkes düşüncesini açıklayabilmekte ve hatta oba şefini azarlayabilmektedir. Bu olguya Arap elçilik kurulu şaşkınlıkla bakar! Kadınlar ve erkekler aynı nehirde birlikte yıkanırlar. Zina veya tecavüz cezası ölümdür. Homoseksüellik ve kölelik toplumsal bellekte yoktur, yani toplum böyle bir cinsel ilişkiyi de, insanları hayvanlar gibi pazarlara götürüp satma veya satın almadan habersizdir. (Kölelik daha sonra İslam dini ile tüm Türk boylarında bir geçim kaynağı olarak çok yayılacak ve özellikle yerleşik yaşama geçip Müslüman olan Türkler, göçebe kafir soydaşlarını esir ettiklerinde Semerkant, Buhara, Bağdat, Şam, Halep,vb kentlerin köle pazarlarında satacaklardır.) İbn Fadlan’ın dikkatini çeken bir olgu da, bazı insanların topluluk tarafından boğularak öldürülmesidir. Zekasıyla, bilgisiyle dikkati çeken bir insana rastladıklarında ‘bu adam Tanrı’ya hizmet etmeye daha layık deyip onu yakalıyor, boynuna bir ip geçirip bir ağaca asıyor, çürüyene kadar orada bırakıyorlar,” diye yazmıştır. (Arthur Koestler: On Üçüncü Kabile. Hazar İmparatorluğu ve Mirası. S: 43-44.Çeviren: Belkis Çorakçı. Say Yayınları)

    Bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlık olan Eski Yunan (Grek) toplumunda bile olağandışı davranışları olan, yani toplumda farklı olan insanların öldürüldüğü veya başka bir kent devletine sürgün edildiğini bildiren Aristoteles, bu olguyu bilimsel bir yaklaşımla ele alır ve “ iyi “ bir eylem olduğunu savunur. Aristoteles’e göre, normal bir yurttaş genel olarak hem yönetmek hem de yönetilmekten pay alan kimsedir. Yani hem kendisinin, hem de toplumun iyiliğini amaçlayarak yönetici olabileceği gibi yönetilen de olabilir. Böyle bir insan normaldir, yani hiçbir ayırt edici özelliği olmayan bir yurttaştır. Bu tür yurttaşlar, toplumun ve devletin yapısında sorun oluşturmazlar.(Aristotreles: Politika,s:94. Çeviren: Mete Tunçay. Remzi Kitapevi)       Hiç kuskusuz, erdem, yani manevi ve fikri yetenek erkin kullanılması için her zaman gerekli olan bir niteliktir. Bu nitelik çoğunlukta bulunursa, şimdi söylendiği gibi, hiçbir güçlük doğmaz, fakat çok olağanüstü yetenekleri olan bir adam ortaya çıkarsa (zuhur ederse) o normal anayasanın dışında sayılmak gerekir. Ya sürülecektir (ostrakismos, Yunan devletlerinde ortak bir uygulamadır, fakat iyi bir adamın harcanması demektir) ya da eşsiz değerinin layığı olan üstün duruma geçecektir. Yunanlılar için, pek kalburüstü bir kimse hakkında, "insanlar arasında bir “Tanrı" demenin hiçbir yadırganacak yanı olmazdı. Ancak, toplumun bütün geri kalanıyla karşılaştırıldıklarında olağanüstü yeteneklere sahip olan bir ya da birkaç kişi var ise, bunların varlığı bizatihi sorunun kendisidir. Çünkü, onlar Erdem ve siyasal yetenekte o kadar üstündürler ki, onları sırdan insanlarla eşit olmaya layık görmek adaletsizliktir. Hatta, böyle birinin insanlar arasında bir “Tanrı” sayılması akla daha yakındır. Oysa, devletin temelini oluşturan anayasa ve ona uygun yaslar bu tür olağanüstü insanlar (Tanrılar) için değil, soyluluk ve yetenekçe eşit olanlar için geçerlidir; Çünkü, onların kendileri yasadır ve onları bağlamak için yasa yapmaya kalkışacak bir kimsenin çabaları boşunadır. Bu nedenle, onları denetim altına sokmanının bu olanaksızlığıdır ki, demokratik olarak örgütlenmiş şehirlerde ostrakismos uygulamasına, yani bu kişileri belli bir süre için şehirden uzaklaştırmak, başka bir söylemle  sürgün etmek  gerekmiştir.  
Burada bir parantez açıp, Dostoyevski’nin , "Suç ve Ceza" adlı ölümsüz eserindeki yine ölümsüz kahramanı-ıstıraplar içinde kıvranan -Raskolnikov’un 2 cinayet işledikten sonra karakoldaki ifadesinde
"üstün insan ile basit insan" hakkındaki düşüncesini alıntılıyorum:

 "Raskolnikov yine gülümsedi. Bu konuşmalarla, kendisini nerelere sürüklemek istediklerini hemen anlamıştı. Makalesini anımsadı. Bu meydan okumayı kabul etti. Basit ve alçakgönüllülükle: “ Hiç de öyle değil, diye söze başladı. Bununla birlikte, ne yalan söyleyeyim, düşüncelerimi hemen hemen aslına uygun olarak özetlediniz. (Tamamıyla aslına uygun olduğunu kabul etmek adeta hoşuna gitmişti.) Aramızda sadece şu fark var; Ben yazımda olağanüstü insanların, sizin söylediğiniz gibi, her zaman, her türlü rezaletleri mutlaka yapmaları gerektiği noktasında hiç de direnmiyorum. Yoksa, öyle samyorum ki, böyle bir makalenin çıkmasına zaten izin vermezlerdi. Ben sadece "olağanüstü" insanın, ancak ve ancak idealini (bu ideal kimi zaman bütün insanlık için kurtarıcı bir nitelik taşıyabilir), gerçekleştirme safhasında, o da gerekli görüyorsa, bazı sınırları aşmaya kendindebir hak bulabileceğini, ima etmiştim. Siz makalemin açık olmadığını söylemiştiniz! Elimden geldiği kadar onu size açıklamaya hazırım. Tahminlerimde yanılmıyorsam, sizin istediğiniz de budur, sanırım; buyurunuz öyleyse. Bence, eğer Kepler’in ya da Newton’un buluşlarını insanlık, herhangi bir kombinezon yüzünden, bu buluşlara engel olan, ya da bu buluşların yolunu kapayan bir, on, yüz kişinin hayatları feda edilmeden, asla öğrenmeyecektiyse, Newton’un bu buluşunu insanlığa duyurabilmesi için bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bunu yapmak zorunda idi. Tabii bundan, Newton’un, her önüne geleni ya da her aklına eseni öldürmeye, veya çarşı - pazarda soygunculuk etmeye hakkı olduğu sonucunu asla çıkaramayız! Sonra, hatırımda kaldığına göre, makalemde şöyle bir düşünce ileri sürmekteyim: En eskilerinden başlayarak Likürg’le, Solon’la, Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden, insanlığın bütün kurucu ve yasa yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir yasa yaparken toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma yasaları çiğnedikleri için, istisnasız olarak birer suçluydular. Tabii bunlar, kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dökmekten (hem de bazen eski yasalara sadık kalmaktan başka suçu olmayan, tamamıyla masum kişilerin kanını dökmekten) çekinmemişlerdir. Hatta, asıl olağanüstü sayılacak şey, bu iyiliksever kişilerden, bu insanlığın kurucularından çoğunun özellikle birer kan dökücü olduklarıdır. Kısaası, ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Büyükler şöyle dursun, ama toplumun içinde biraz olsun sivrilenler yani küçücük bir yenilik yapmak yeteneğini gösterenler, yaradılışları gereğince, herhalde -tabii az ya da çok- birer cani olmak zorundadırlar. Yoksa sivrilmelerine olanak yoktur. Herkesle aynı düzeyde kalmaya ise, yine yaradılışları gereğince razı olamazlar. Bence zaten razı olmamak zorundadırlar. Bir kelime ile, görüyorsunuz ki, görüşlerimin bu bölümünde hiçbir yenilik yok. Bu düşünceler, binlerce kez yazılmış ve söylenmiş şeylerdir. İnsanları sıradan ve olağanüstü olarak ayırt etmeme gelince, bu sınıflandırmanın biraz keyfi olduğunu kabul ederim. Zaten ben kesin sayılar üzerinde durmuyorum. Ben sadece ana düşüncelerime inanıyorum. Bu ana düşünceye göre, insanlar, tabiat yasaları gereğince, genellikle iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf (sıradan insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görmekten ibarettir.

 Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve istidadını kendinde gören insanlar sınıfı. Tabii bu arada bir yığın da ara bölümler vardır. Ama, bu iki sınıfın ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinci bölüm, yani kendileri gibi yaratıkların çoğalmasına materyal ödevini görenler, yaradılışları gereğince tutucu insanlardır. Uysal bir yaşayış sürerler, boyun eğerek yaşamayı severler... Bence bu çeşit insanlar söz dinler ve uysal olmak zorundadır1ar, çünkü bu onların ödevidir. Onlar, böyle bir yaşamada gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince, bunlar boyuna yasa sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar ya da buna yatkındırlar. Bu sınıf insanların suçları pek tabii olarak bağıntılı ve çok çeşitlidir. Büyük bir çoğunlukla ve pek çeşitli sözlerle, bugünün, daha iyi şeyler adını yıkılmasını isterler. Ama, bunlardan birinin, ülküsüne erişmesi için hatta bir ölünün, bir kan selinin üzerinden atlaması bile gerekse, bence büyük bir gönül rahatlığı ile kendine bu kan seli üzerinden atlama iznini verebilir. Tabii bu, ülküye, ülkünün niteliğine göredir, buna dikkat ediniz! Ben makalemde, ancak bu anlamda, insanların cinayet işlemeye hakları olduğundan söz ettim. (Tartışmamızın bir hukuk konusu olduğunu tabii anımsarsınız!) Ama, pek de öyle telaş etmenin gereği yok: Yığın, hemen hemen hiçbir zaman onlara böyle bir hak tanımamıştır. Onları (az ya da çok) kesip asmıştır ve bununla tamamıyla haklı olarak kendi tutucu ödevini yerine getirmiştir. Buna rağmen, gelecek kuşaklarda aynı kara kalabalık bu astıklarının heykelini bir taban üstünde oturtarak (az ya da çok) bunlara tapınır. Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa, yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sayıca çoğaltırlar; İkinciler ise dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru götürürler. Birincilerin de, İkincilerin de yaşamak, aynı derecede haklarıdır. Bir kelimeyle, ben¬ce her iki grup da aynı derece haklara sahiptir. Vive la gu¬erre étemelle şüphesiz yeni bir Kudüs’e kadar.”( Suç ve Ceza. Türkçesi: Hasan Ali Ediz, Cilt I, s: s:368-373. Engin Yayıncılık)

Parantezi burada kapatıp, konuya dönüyorum

Aristoteles, daha ileri giderek, bir tiranın (diktatörün) rakibini ortadan kaldırmasını da bu bağlamda düşünerek haklı görür. Böyle bir davranışın diktatörün kişisel çıkarlardan çok kamunun yaranına olduğunu savunur. Bir örnek verir: Diktatör Thrasyboulos’un ulağına (elçisine) Periandros hiçbir şey söylememiş, yalnız bir tarladan geçerken en uzun başakları keserek bütün buğdayları bir düzeye getirmiş. Ulak, bunun anlamını kavrayamamış; fakat Thrasyboulos’a aktarınca, o sivrilen adamları yok etmesi gerektiğini anlamış. Aristoteles bu olayı şöyle yorumlar: “Tehlikeli bir rakibini ortadan kaldıran bir tiran düpedüz bu ilkeye göre hareket etmektedir ve Periandros’un Thrasyboulos’a verdiği -“ tepelerini biç” kınayanlar büsbütün haklı sayılmazlar. Aristoteles, bu tür uygulamanın bir ülkeyle sınırlanamayacağını, evrensel olduğunu ileri sürer. Bu yöntem, yalnızca tiranlara yaramamaktadır, bunu kullananlar yalnızca tiranlar değildir; oligarşiler ve demokrasiler de tıpkı böyle yaparlar. Çünkü ostrakismos da, tepelerini kesmek ve ileri gelenleri şehirden sürmekle aynı sonucu verir.

    Kısacası, Aristoteles olağanüstü kişileri bir yarardan çok bir sorun gibi görmektedir. Normalden her ayrılışı hoşnutsuzlukla karşılar. Ona göre aynı biçimdeki düşmanlık , en azından hoş görmeme, öteki sanat ve bilimlerde de vardır. Bu görüşüne dayanak olarak bazı benzetmelerde bulunur. Örneğin bir ressam yaptığı bir tabloda bir öğeyi diğer öğelerden çok daha büyük yaparak onun tüm resmin anlamını bozmasına izin vermez. Bir gemi yapımcısı dümeni veya başka bir parçayı orantısız yapmaz. Bir koroda korocubaşı sesi en güzel olana korosunda yer vermez, eşitliği bozar, akkordu bozar. Bu hesapça, zor kullanarak rakiplerini ortadan kaldıran yöneticilerin uyruklarıyla aralarının iyi olmamsı için hiçbir neden yoktur; yeter ki bir yandan bu hareketi yaparken, bir yandan da yönetimleri uyrukları için faydalı olsun. Aristoteles’e göre, doğru ilke bütün topluluğun iyiliğidir.

   Gerek arkaik Türk topluluklarından ve gerekse uygar Grek toplumundan çok farklı mitsel özellikler taşıyan Sami halklarda(İbraniler, Araplar, Kürtler) sözünü ettiğimiz bu normal olmayan (aykırı) insanlara davranışlar çok daha farklı olmuştur. Örneğin efsanevi söylentilere göre yüzbin civarında, bazı tarihsel kayıtlara göre ise yüzlerce olduğu anlaşılan peygamberlerin tümü Sami halklardan –özellikle İbrani(Yahudi) ırkından- çıkmıştır. Bu konuda, kendisi de bir İbrani olan Bar hebraeus’un Türk Tarih Kurmu tarafından “Abu-l Faraç Tarihi” adıyla yayınlanan “ Kronografya” adlı eserinin I . Cilti’nde “ Adem’den Musa’ya kadar Evliya” başlıklı bölümü ile diğer bölümlere bakılabilir. Bunların tümü erkektir ve genllikle 40 yaş civarına geldiklerinde kendisini, Tanrı Rab’ın istemlerini, emirlerini insanlara bildirmek için O’nun tarafından elçi olarak gönderildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle de, sözlerine “ İşit Ey İsrail!” diye başlarlarmış. Bilinen Miraç’lar (Tanrı Rab ile buluşmak için göğe ağmak) Kudüs kentinde olmuştur. Kadın peygamber hiç olmamıştır. Erkek peygamberlerin bazıları ise zamanın peygamberleri tarafından rakip olarak görülmüş ve ““sahte peygamber” damgası basılarak öldürülmüşlerdir. Sami halklardan sadece peygamberler değil, hemen her devirde, hatta yaşadığımız çağda bile, sayılamayacak kadar çok sayıda ermiş, evliya, şeyh, veli, vb mistik kişiler de çıkmıştır. Bunların bir kısmı da sahte peygamberler gib dinsizlikle, döneklikle suçlanarak çok ağır işkenceler yapılarak öldürülmüşlerdir. Örneğin , Nesimi’nin derisi yüzülmüş, “Enel Hak!” (Ben Tanrıyım) diyen Hallacı Mansur, müritlerinin “Baba Resul “ dedikleri Baba İlyas asılarak, Barak Baba kaynayan suda haşlanarak, Hanefi Mezhebi’nin kurucusu İmam Azam hapishanede işkenceyle öldürülmüştür. İspanya kökenli İzmirli Yahudi peygamber Şebbatay Zvi ise, Müslüman olunca cellatın baltasından kellesini kurtarabilmiştir.
Aristoteles’e göre rakipleri ortadan kaldırmak toplumun yararı içindir ve bu nedenle de iyidir. Olası rakipleri güçsüz kılma yöntemi iç siyasete özgü de değildir; büyük ve güçlü devletlerin öteki şehir ve uluslara karşı her zaman yaptıkları budur. Örneğin Atinalılar, yeterince güçlenince konfederasyon anlaşmasını çiğneyerek Lesbos, Khios ve Samos’u boyundurukları altına aldılar. Bir başka örnek, Pers kralının geçmişteki egemenlikleriyle gururlanan Medleri, Babillileri ve başkalarını ezmesidir. Gerçekten, bütün bu rakip erk sorunu yalnızca yöneticilerinin bu gibi yöntemlere kendi kişisel çıkarları için başvurdukları bozulmuş olanları değil, her türlü hükümeti yakından ilgilendirir.

   Sonuç olarak, ister barbar ister uygar olsun, hem her toplumda/toplulukta çoğunluktan farklı düşünen/davranan insanlar ya öldürülerek ya da kovularak toplum dışına itiliyorlar. Yukarıda örnek olarak verilen toplumlarda bu tür kişiliklerin tedavisine yönelik herhangi bir girişimin olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değilim. Ancak, Sami toplumlarında “mesih” denilen bir kavram var ve günümüzde de geçerliliğini koruyor. Mesih (Aramice), “kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilerek kutsanmış” demektir. Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de "yağlanmış" anlamında “Mesih” denirdi. Acaba, ortadoğu bölgesindeki kadim halklar bu tür davranışlar içinde olanları iyileşsinler diye mi yağlıyorlardı?

Kutsal Hastalık ve Peygamberlik

   Tıp dilinde “epilepsi”, halk dilinde “sara hastalığı” denilen sinir hastalığı insanlık tarihi kadar eskidir ve asıl nedeni hala anlaşılamamıştır. Eski devirlerde bu hastalığa sahip olanlar ya şeytanla özdeşleştirilerek “cadı” diyerek cezalandırlacak veya tanrısal güce ulaştığına inanılıp peygamber sıfatıyla takip edileceklerdir. Bu nedenle, sara hastalığına halk arasında “ peygamber hastalığı”, “kutsal hastalık” gibi adlar da verilmiştir. Sara nöbeti geçiren bir kişi ister ayakta isterse bir sandalyede ya da yerde oturur durumda olsun –tutulmazsa - mutlaka yere düşer ve bayılır(bilincini kaybeder), bu nedenle halk arasında “düşme hastalığı” olarak da bilinir. Epilepsi hastalığından ilk kez söz eden ve bu hastalığı bir beyin rahatsızlığı olarak ilk kez tanımlayan Eski Yunan hekimi Hipokrat (MÖ 460-370)’dır. Hipokrat, MÖ 400 yılında “Kutsal Hastalık Üzerine” adıyla epilepsi üzerine bir kitap yazmıştır.
Neden sara hastalığına ‘peygamber hastalığı’ veya ‘kutsal hastalık’ denir ve neden bütün peygamberler (224 bin tahmin ediliyor)Æ İbrani ırkından çıkmıştır? Peygamber, evliya, şeyh, derviş, dede, vb mistik kişilikler psikoloji yönünden derinliğine analiz edilse nasıl bir ruhsal yapıları çıkardı ortaya? Sara (epilepsi) hastalığına “peygamber hastalığı” ya da “kutsal hastalık” denilmesinin nedeni, bu hastalığın “peygamberim “ diye ortaya çıkanlarda sık görülen bir hastalık olması mıdır? sorularının henüz açık ve kesin bir yanıtı yoktur. Peygamber yerine “Mesih” de denilyor. Mesih (Aramice), “kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilerek kutsanmış” demektir. Mesih anlamına gelen “Maşiah” sözcüğü İbranice’de ’kutsal yağ ile ovulmuş, meshedilmiş ve böylece kutsanmış’ anlamına gelmektedir. Tarih öncesi İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı. (tr.wikipedia.org/wiki/Mesih) Yani, krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de "yağlanmış" anlamında “Mesih” denirdi. Tevrat’ın birçok yerinde bu işlemin yapıldığına dair ayetler vardır. Geniş anlamıyla bu unvan, "Tanrı’nın bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileri kapsar. Ancak, Tanrı Rab’ın seçme ve görevlendirme anının tanığı yoktur; yani nerede ve nasıl seçildiğini sadece seçilip görevlendirilen kişi (peygamber: Tanrı elçisi) bilir. Eski İsrail’de peygamberlerden önce krallar Tanrı ile İnsanlar arasında bir aracı olarak görülürdü. Önceleri krallar kutsal yağ ile yağanırken, sonradan zuhur eden peygamberler de yağlanırlar. Acaba bu mesih(maşiah) işlemi, bugün halk tıbbı denilen bir tedavi yöntemi miydi? Onların normal insan populasyonundan farklı bir takım söylem ve davranışları mı vardı ve bu yağlama ile onların bu farklıları törpülenmeye, yani onların heyecanını gidermek, sakinleştirmek için mi yağlıyorlardı? Çünkü, normal bir beyin yapısına ve düşünme yetisinde olan bir insanın, Tanrı ile halk arasında aracılık ettiğini söyleyemez ve oturup kendi kendine; “hadi! kendi kendime bir şeyler yazayım ve bunları Tanrı‘nın size iletmem için bana söyledikleri sözler (vahiy) olduğunu ilan edeyim, ”deyip “İşit Ey İsrail” diyerek nutuk atamaz, hatta –bazı peygamberlerin sözlerinde olduğu gibi- “Rab ile anlaşma (akit) yaptım; Mısır nehri (Nil) ile Büyük nehir (Fırat) arasını İsrailoğulları’na bağışladı” (Arz-ı Mevut) anlamına gelecek sözler söylemez, bunları söylese bile inandırıcı olamaz.

   SARA HASTALIĞININ NEDENLERİ

   Epilepsi (sara), nörolojik bir rahatsızlık olup sinir sistemini etkiler. Genellikle ikinci nöbetten sonra tanı konulabilir. Çoğunlukla sebebi bilinmese de beynin fiziksel ve/veya ruhsal travmaları sonucu oluşabileceği gibi, genetik (kalıtsal) olarak sonraki kuşaklara aktarıldığı düşünülür. Örneğin, Dostoyevski’nin ruhsal bir travma sonucu sara hastalığına yakalandığı iddia edilir. Dostoyevski’nin babası askeri cerrahmış ve bir çiftliği varmış. Çok sert ve cimri bir adammış, çiftliğinde çalışan kölelere iyi davranmazmış. Dostoyevski askeri okulda okuyormuş ve babasından harçlık istediğinde çoğu kez azar işitirmiş. Dostoyevski de –çok inançlı bir insan- babasının ölmesi içinde dilek dilermiş. Bir gün babasının ölüm haberini almış; çiftlikteki köleler feci şeklide döverek öldürmüşler. Dostoyevski, kendini suçlu görmüş: “Eğer ben ölümünü istemeseydim ölmezdi, çünkü Tanrı dileğimi kabul etti,” diye düşüncelere dalarmış .  Dostoyevski, romanlarında bazı kahramanlarını babası ile çatıştırır, babası bir şekilde ölünce de kahraman ya sara hastası olur intihar eder, ya da çıldırır. Örneğin, Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” adlı romanında aslında kendi ailesini anlatmıştır. Romanda en büyük  oğlan Mitya babası ikle aynı kadına aşıktır ve babasını öldürmek ister, ancak ondan önce davranan babasının gayrimeşru oğlu saralı Smerdyakov babasını öldürür. Ortanca kardeş -yine sara hastası olan- İvan  konuşmalarıyla    Smerdyakov’u kışkırttığı için kendini suçlu görür:     

            ”Çoğunda da iftira etti bana, iftira etti. Yüzüme karşı yalan söylüyordu. “Evet, erdem adına bir kahramanlık ya­pacaksın: Babanı öldürdüğünü, uşağınızın senin etkin altın­da onu öldürdüğünü, söyleyeceksin.” (Karamazov Kardeşler,s: 871)

  • O değil, sen söylüyorsun bunu, İvan! diye üzüntüyle bağırdı Alyoşa. Hastalığın yüzünden sayıklıyor, boşuna ken­dini hırpalıyorsun.” (872)

 İşte bu bunalımlı günlerinde ilk epilepsi krizini geçirmiş. Öldüğünde 60 yaşında olduğu halde, fiziksel görünümü 100 yaşındaki bir malulü andırıyormuş.

SARA HASTALIĞININ BELİRTİLERİ

Beynin korteks bölgesindeki geçici elektrik fonksiyonu değişimleri, hastanın davranışlarındaki ani değişimlere neden olur ve bu ani değişimler “nöbet” olarak tanımlanır. Sara (epilepsi) hastalığı; “Nöbet öncesi”, ”nöbet anı” ve “nöbet sonrası” olarak kategorize edilir ve bu aşamlarda hastalarda farklı davranışlar ve yan etkiler gözlemlenmiştir. Bunlardan en bilinenleri şöyle listelenebilir:

Nöbet öncesi:
• Tuhaf sesler duymak
• Tuhaf duygular yaşamak
• Korku ve panik
• Zevk verici duygular yaşamak
• Düşünceler fırtınası yaşamak
• Baş Ağrısı
• Sersemleme

Nöbet anı:
• Baygınlık, düşme
• Zihin karışıklığı
• Kendinden geçme
• Korku ve panik
• Konuşmada zorlanma
• İstem dışı geviş getirme ve dudak kıpırdatmak
• Ağız şapırdatmak
• Terlemek
• Titremek
• Kalp atışlarında hızlanma
• Vücut dışı (fizik ötesi) deneyimler yaşamak
• Nefes alış verişlerde zorlanma

Nöbet sonrası:
• Hafıza ‘kaybı
• Zihin karmaşıklığı
• Şaşkınlık
• Korku
• Susama
• Bitkinlik
• Depresyon

Dostoyevski’nin Roman Kahramanları

    Edebiyat alanında, bazı yazarlar yaşamlarını doğrudan anlatmazlar, yazdıkları romanlarda, hikayelerde yarattıkları kahramanlara kendilerini anlattırırlar. Bu, en çok, kendisi de bir epilepsi (sara) hastası olan İbrani asıllı Rus yazarı Dostoyevski’de(1821-1881) görülür. Dostyoyevski’nin yarattığı roman kahramanlarında kendisini anlattığı; roman kahramanlarının fiziksel ve ruhsal durumalarını , düşüncelerini, birbiriyle olan ilişkilerini,vb özelliklerini tanımlarken aslında, kendisinin nöbet öncesi, nöbet anı ve nöbet sonrası duyumsamlarını, algılarını, bellek sorunlarını, bedensel ve ruhsal travmalarını yansıttığı ileri sürülmüştür. Dostoyevski’nin yazdığı romanlarda yarattığı kahramanlarının çoğu, belki de hepsi, epilepsi hastasıdır. Örneğin, “Suç ve Ceza” adlı eserindeki Raskolnikov, Sonya, Pulheriya Aleksandrovna, Avdotya Romanovna, Sividrigaylov; “Ecinniler” adlı siyasal romanındaki Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin (Prens), Kirilov , Pyotr Stepanoviç, Şatov, Liputin, Marya Timofeyevna, Semion Yakovlevic, Varvara Petrovna, Andrey Antonoviç, Liza; Karamazov Kardeşler’deki Smerdyakov, İvan, Alyoşa, Mitya; Budala’daki Prens Lev  Nikolayeviç Mışkin, Nastasya Filippovna, Aglaya ivanovna; “Ezilenler”deki Elena, Nastasya, Nikolay Sergeyiç. “İnsancıklar”daki Verenka; “Öteki Ben” adlı eserindeki Golyadkin,"Beyaz Geceler"deki Nastenka, ve "Uysal Kız"daki kız çocuğu; ‘Ev  Sahibesi’ndeki  Ordinov, Murin, Katherina ilk akla gelenlerdir.

  Burada anılan roman kahramanlarının hemen hepsi birer hayalcidir; yarattığı diğer kahramanlarında da bu hal hemen göze çarpar. Gerçekten hayaller içindeki bu roman kahramanlarının çoğu kederli, somurtkan, hasta gibidirler. Çoğu sessiz, içlerinde nefret derecesine varmış bir düşmanlık besleyen, ümitlerini, beklentilerini açığa vurmaktan hoşlanmayan adamlardır. Burada anılanlar ve daha birçok kahramanı sürekli huzursuzluk, garip bir kızgınlık, sabırsızlık, bazen de boş olmaktan daha çok saçmalığı andıran hayaller kurarlar ve bu ruhsal fırtınaların doruk noktasında sara krizi geçirirler. Kriz anında düşüp bayılırlar, hem bedensel hem de ruhsal çöküntüye uğrarlar, krizden sonra günlerce hasta yatarlar; kelimenin tam anlamıyla enkaz yığınına dönüşürler.
Birkaç örnek vermek gerekirse;

“(Mariya) “Yüksek sesle konuşmanın önemi yok, çünkü kendisiyle konuşmayanları, hemen dinlemekten vazgeçer, hemen kendini hayal dünyasına atar, sessiz sessiz düşlere dalar, evet tam anlamıyla düşlere dalar. Düşçü mü düşçüdür, eşi benzet yoktur. Sekiz saat, bütün bir gün olduğu yerde böyle oturur.”(Ecinniler , s. 142)

♦ ♦♦

Akli durumu oldukça bozuktu; birtakım hayaller gör­düğünü, sokakta ölmüş kimselere rastladığını, her gece evine şeytanın geldiğini söylüyordu.  (Karamazov Kardeşler, s-923)

Liputin engin düşler kurar. Pireyi deve yapıyor. .(Ecinniler , s:111)

♦ ♦♦

(Marmeladov) ” Ne varki onda, çok tuhaf bir hal vardı; bakışlarında bir çoşkunluk, hatta galiba akıl ve zeka ışıltıları vardı; ama aynı zamanda deliliğe benzeyen bir anlam da parlayıp sönüyordu.”(suç ve cezave Ceza,s: 42)

♦ ♦♦
“Sözün kısası, onda işini bilen, ciddi ve yok yere aşağılanan, buna karşın böyle aşağılanmaları unutuveren bir adam hali vardı.”( Ecinniler,s: 280.)

♦ ♦♦

“Bilmiyorum bana ne oldu. Gelirken size bunları anlatmak istiyordum... Zaman durmuş, o anda içimdeki duygular sonsuzlaşmış gibiydi. O anın sonsuza kadar uzayacağını, ya¬şamın benim için durduğunu hissediyordum. Gözlerimi açtığım zaman sanki çok eskiden işitip ezberlediğim, sonra da unuttuğum tatlı bir ezgi çalınıyordu kulağımda. Yaşadığım sürece ruhumdan kopmak isteyen ve şimdi fırsat bulan bir ezgi...Çok tuhaf! Nasıl bir şey bu? Bundan hiçbir şey anlamadım.Oysa size bu tuhaf duyguyu anlatmayı ne kadar isterdim.”

♦♦

(Nikolay:Prens: Soylu)“Tuhaf bir şey olarak şuna da değineyim: daha geldiği ilk gün ayrıcalıksız herkese pek akıllı ve anlayışlı bir adam olarak göründü. Konuşkan değildi, özentisiz bir inceliği vardı, şaşılacak kadar alçakgönüllüydü. Ama bu alçakgönüllülük onun herkesten daha gözü pek olduğuna inanmasına engel değildi. Kentimizin şık gençleri, moda düşkünleri onu kıskandılar, çünkü yanında sönük kalıyorlardı. Yüzü de dikkatimi çekti: Simsiyah saçları, çok az kimsede görülen durgun, berrak bakışlı, açık renk gözleri, ince, beyaz bir teni, inci gibi dişleri, mercan rengi dudakları vardı. Bu baş güzel bir portreye benziyordu. Ama, niçin bilmiyorum, gene bu yüzde insana tiksinti veren bir şey vardı. Bayağı bir maskeye benziyordu. (Ecinniler,s: )

♦♦

“Suskun bakışlı, okşayıcı, kurşun rengi gözleri şimdi bile daha güzeldi. Durgun, şen bakışlarında bir saydamlık, düşe dalmış gibi bir hal vardı./.../ Ne tuhaf şey ki, feleğin dertli ettiği bu yaratıklar karşısında o her zaman duyulan acı duygu, tiksinti, hatta korku yerine ben daha o anda bu kızı seyretmekten zevk duyar gibi oldum, ama hiçbir zaman bir tiksinti değil. (Ecinniler,s: 141)

♦♦

“Şatovun görünüşündeki somurtkanlık yargılarına uygun düşüyordu: yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında, kısa boylu, sarışın, kıllı, geniş omuzlu, kalın dudaklı, buruşuk alınlı, beyaz kalın kaşlı bir adamdı. Yaman, yabanıl bir bakışı vardı, başkalarına göstermekten utanıyormuş gibi, gözlerini yerden kaldırmazdı. “ (Ecinniler, s: 29)

♦♦

“Daha bir hafta önce bu yüzden hasta düştüğünün farkındaydım. Son günlerde bana her gelişinde arada bir abuk sabuk konuştuğu oluyordu. Aklının karıştı­ğının farkındaydım. Gezip dolaştığı yerlerde de kendi kendine konuşuyordu, bu halini sokakta görenler bile olmuştu. Buraya gelen doktor, ricam üzerine iki gün önce muayene etti onu; hummaya yakalanmak üzere olduğunu söyledi.(Karamazov Kardeşler, s-920)

♦♦

“Şatov konuşurken, her zaman, hatta en taşkın zamanlarında bile yaptığı gibi yerde bir noktaya bakıyordu.” “(Ecinniler, s: 138)

♦♦

“Onu (Şatovu) evinde, ancak akşamın saat sekizinde buldum. Şaştığım şey, evinde konuk vardı. Aleksey Niliç(Kirilov) ile Virginskinin karısının kardeşi Şigalev adında biri../.../ Virginski bir gün bizerastlayarak sokakta tanıştırmıştı. Yaşamımda hiçbir insan yüzünde bu kadar sarılık, hüzün ve sıkıntı görmemiştim. Bu adamda adeta kıyamet gününü bekleyen bir hal vardı, hem de öyle hani belli olmayan bir tarihte ve aslı çıkmaz keha¬netlere dayanaraktan değil, tam tamına belirlenmiş bir anda ve örneğin yarın saat onu yirmi beş geçe olacağını bilen bir durum! O tanışma dolayısıyla iki sözcük ya konuşmuş ya konuşamamış tık; ama birbirimizin elini iki suikastçı gibi sıkmış olduğumuzu anımsıyorum. “(Ecinniler, s: 134)

♦♦

“Virginski adında, otuz yaşlarında, ‘aile babası’ genç bir adam vardı; Şatov’a benziyordu; ama bütün tavır ve davranışlarıyla Şatov’un tersiydi. Virginski acınacak bir durumdaydı, iyi huylu bir insandı. ( Ecinniler s-29)

♦♦

“(Raskolnikov) Oradan her geçişte, utanç duyar, suratını buruşturur, hastalıklı ve ürkek bir duyguya kapılırdı. /.../ Sırası gelmişken şunu da söyleyim ki, delikanlı (Raskolnikov) olağanüstü güzel kara gözleriyle, esmer yüzüyle, ortadan biraz uzunca boyu ile, ince ve biçimli vücuduyla gerçeketen yakışıklı bir gençti. Ama çok geçmeden derin bir düşünceye dalar gibi, daha doğrusu kendini unutur gibi olurdu. Artık çevresinde olup bitenleri ayırt etmeyerek, ayırt etmeyi de istemeyerek, yoluna devam etti. Ancak arada sırada, şimdi kendi kendine itiriaf ettiği gibi , bir başına konuşmak alıkşkanlığı, bir şeyler mırıldanıyıordu . Öylesine kötü giyinmişti ki, bir başkası, hatta alışık bile olsa, güpegündüz bu paçavralarla sokağa çıkmaktan utanırdı./.../ Ama delikanlının ruhunda öylesine haince bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün alınganlığına rağmen, şu an en az utandığı şey , sırtındaki paçavralardı. (Suç ve Ceza, s:33)

♦♦

Genellikle kendisinde şaşkın bir insan hali olurdu. Sıkıntısını dindirmek için içki getirdi, biraz içtik. Biraz sonra tatlı, derin bir uykuya dalıverdi.” (Ecinniler,s:75)


♦♦

“Liputin, gür bir sesle bağırdı: Size bir konuk getiriyorum, hem özel bir konuk! Yalnızlığı¬nızı bozmaya kendimde hak gördüm Tanıtayım: Bay Kirilov, yüksek mühendis ve mimar. /.../ Bu sırada ben konuğu dikkatle inceliyordum. Yirmi yedi yaşlarında kadar esmer, ince uzun, yakışıklı, iyi giyinmiş bir adamdı. Biraz toprak rengine çalan soluk bir benzi, donuk bakışlı siyah gözleri vardı. Hafif dalgın ve düşünceli görünüyordu; uzun bir cümle kurmak zorunda olduğu zaman sözcükleri yerli yerinde kullanmakta zorlanıyor, sözü parçalıyordu.( Ecinniler s:88,89.)

♦♦

“Stepan Trofimoviç bir dakika kadar kararsız halde durdu; bana baktı, ama herhalde beni görmedi; sonra şapka ve bastonunu aldı, usulca odadan çıktı. Biraz önceki gibi ben gene arkasının ı yürüdüm. Tam sokağa çıkacağı sırada gözü bana ilişti: Üzgünüm, acınacak bir gülümsemeyle bir an durdu; bir utanç, umutsuzluk vardı bu gülümsemesinde... Aynı zamanda tuhaf bir hayranlık ifadesi taşıyordu.” (Ecinniler, s: 103)

♦♦

“Lizaveta Nikolayevnanın güzelliği dillere destan olmuştu, ama hastalıklıymış, diye adını çıkarıyorlardı./.../ Gerçekten de hastaydı. Her halinde sürekli bir zorlanma, bir kuruntu, bir sinirlilik göze çarpıyordu. Heyhat! Zavallının büyük bir derdi vardı, bu da sonradan anlaşıldı./.../ Esmerlerde görülen bir solgunluğu olan bu yüzün tuhaf bir büyüsü vardı. Siyah gözlerinin ateşli bakışından bir güç fışkırıyordu. ‘Hep yenmek için yaratılmış bir utkun kadın’ gibi görünüyordu. Kibirli, üstelik bazen küstah bir hali vardı.” (Ecinniler, s: 104.)

♦♦

Böyle anlarda niçin hep mahzun oluyorum? Bunun sırrını bana anlatın, bilgin adam. Sizi gene gördüğüm zaman mutlu ola¬cağımı düşünüyordum hep, Tanrı biliyor, ama işte, size olan bütün sevgime karşın, şu dakikada gene mutlu değilim.” (Ecininler 106.)

♦♦

“Yüzü kızgındı, yüzüme baktı. Söze önce onun başlamasına şaştım. Başka zamanlar, ona konuk gittiğimde (ki elbet pek seyrek) bir köşeye çekilip oturur, asık bir yüzle yalnızca benim sorularıma cevap verirdi, ta neden sonra kendiliğinden konuşmaya başlardı. Dahası var, kendisine hoşça kal deyip de gideceğiniz zaman hep hırçın bir tavır takınır ve size kapıyı bir düşmanından kurtuluyormuş gibi bir davranışla açardı. (Ecininler,s: 135.)

♦♦

“Daha bir hafta önce bu yüzden hasta düştüğünün farkındaydım. Son günlerde bana her gelişinde arada bir abuk sabuk konuştuğu oluyordu. Aklının karıştı­ğının farkındaydım. Gezip dolaştığı yerlerde de kendi kendine konuşuyordu, bu halini sokakta görenler bile olmuştu. Buraya gelen doktor, ricam üzerine iki gün önce muayene etti onu; hummaya yakalanmak üzere olduğunu söyledi. Hep bunun, bu canavarın yüzünden! Dün Smerdyakov’un ölümünü öğrenince, haberin tesiriyle temelli aklını yitirdi... hep canavar sebep, canavarı kurtarmak için!“(Karamazov Kardeşler, s:920)

♦ ♦♦

“... Sarası yüzünden Smerdyakov “tavuk gibi ödlek­ti...” “Yere kapanarak ayaklarımı öperdi...” Sanık, bu gibi açıklamaların lehine olmayacağını henüz kavrayamadığı zamanda söylemişti bunu bize. Kendine has bir dille, “Sa­ralı tavuk,” derdi Smerdyakov için.  (Karamazov Kardeşler, s: )

♦ ♦♦

“Doğuştan olan hastalığım nedeniyle kadınları hiç tanımam ( Budala, s:15)

   Dostoyevski’nin değişik kitaplarından alınan aşağıdaki paragraflara bakıldığında ,yukarıda vurgulandığı gibi, yarattığı hemen tüm kahramanları Sara (epilepsi ) hastasıdır. Bu eserler dikkatlice okunup incelendiğinde “sara hastalığı”nın aynı insanda birden çok kişilik (iyilik meleği, şeytan, canavar, devrimci, sapık, mazlum, vb) yarattığı çok açık görülür. Sara hastalarında ‘aşırı bir dindarlık’ ve buna paralel bir ‘şehvet düşkünlüğü’ olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmiştir. Gerçekten, Dostoyevski’nin romanlarından yapılan aşağıdaki alıntılara bakıldığında, söylediklerinde ve yazdıklarında peygamberane bir damar ve vurgu bulunamaktadır. Ancak, çeşitli kaynaklara dayanılarak, dindar saralının bir de ahlaksız olduğu ileri sürülmüştür. Epilepsi orotiteleri, sara hastalarındaki dinsel eğilimin sapkınlık ve acımasızlık gibi utanç verici davranışlarla birlikte ortaya çıkıtığını ileri sürmüşlerdir. “Zavallı saralı bir cebinde dua kitabı var; Efendimiz sözü dudağından hiç eksik olmaz ama içi bayağılıkla doludur.” Dostoyevski’nin, sara hastalığının insan yeteneğini geliştirdiğini, hayal gücünü genişleterek olumlu etki yaptığını iddia ettiği kaydedilmiştir. Oysa, Dostoyevski’nin eserlerini inceleyen bazı yazarlar, yazarlık yaşamı otuz yıl süren Dosytoyevski için, “aynı bedende Tanrı ile hayvan bir araya gelmiştir. İçindeki ölüm canlandıkça Tanrı’ya sığınıyordu ve hayvan yaşadıkça, Dostoyevski bir şehvet düşkünü oluyordu," şeklinde ifadeler kullanmışlardır.
Prof. Dr. Yalçın Küçük, “ Dostoyevski’nin romanlarında, kahramanların sözlerinden, Dostoyevski’ninkendisini, anlamış oluyoruz, ”demiştir.

  Sık sık epileptik nöbetler geçiren, 19. yüzyılın en ünlü epilepsi hastası ve insanlık tarihinin belki de en derin roman yazarı İbrani asıllı Rus Yazarı Fyodor Dostoyevsky, “nöbet öncesi ”,nöbet anı” ve “nöbet sonrası” geçirdiği düşünce karmaşası, heyecan, korku, bunalım, şehvet, ruhsal ve bedensel çöküntü hallerini yansıtırken - farkında olmadan ama belki de bilinçli olarak- insanlık tarihine ve özellikle İbrani mitolojisinin temel dayanağı olan “ mucize” olgusuna da ışık tutar, aslında. Dostoyevski’nin kitaplarını okurken onun sanatçılığı, dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin düşünselliğini, düş gücü sınırsız bir idealistin ve bir gazete yazarının büyük coşkusunun birarada golduğunu hayranlık ve saygı içinde duyumsarız. Dostoyevski’nin sara hastası roman kahramanlarından bazılarının “ nöbet öncesi” , “nöbet anı” ve “nöbet sonrası” hallerini anlattığı paragraflardan birkaç örneği buraya alıyorum. Sadece bu birkaç alıntı bile Dostoyevski’nin sara hastalığı konusunda ne kadar derin gözlemleri ve bilgisi olduğu çok açık görülür. Nitekim, sara hastalığı konusunda kendisinin kendisi hakkında tuttuğu notlar bugün bile epilepsi hastalığının tedavisinde ve hastaya yaklaşımında yol gösterici olduğu konun otorleri tarafından kaydedilmiştir.

DOSTOYEVSKİ’DE "NÖBET ÖNCESİ" VURGULARI
Tuhaf Sesler Duymak

(Stepan Trofimoviç) “Zihnini kurcalayan türlü düşünceler içinde eve girdi, eline aldığı puroyla açık pencerenin yanına gitti, kımıltısız durdu, yorgundu, gökyüzünde parlak ayın çevresinden kayıp geçen tüy kadar hafif bulutları seyre daldığı bir sırada ansızın duyduğu hafif bir hışırtıyla titredi, başını çevirdi. Karşısında Vavara Petrovna’yı gördü./.../ Bunun bir düş olması olasılığına karşın, bütün ömrünce her gün bunun devamını, yani bu olayın çözülmesini isteyip durmuştu. Bunun böylece sona ermiş olmasına İnanmıyordu! “( Ecinniler, s: 16-17.)
♦♦
(Raskolnikov)Böylece uzun bir süre yattı. Arada sırada uyanır gibi oluyor ve o dakikalarda gecenin bir hayli ilerlemiş olduğunu fark ediyordu. Ama, kalkıp oturmak aklına gelmiyordu. Sonunda ortalığın gün ışığıyla aydınlandığı fark etti. Divanın üstünde, az önceki baygınlığından hala kendine gelmemiş bir halde, sırtüstü yatıyordu. Sokaktan korkunç ve acı birtakım çığlıklar ona kadar geliyordu. Zaten bu gibi çığlıkları, her gece saat ikiden sonra penceresinin altında duymaktaydı. Onu uyandıran da bu çığlıklar oldu: "Hah, iş¬te sarhoşlar da meyhaneden dağılıyor, demek saat ikiyi geçiyor" diye düşündü. (Suç ve Ceza, I.cilt,s:139.)
♦♦
Raskolnikov)Korkunç bir çığlıkla gözlerini zifiri bir karanlığa açtı. Aman Allah’ım bu ne çığlıktı!.. Böyle doğal olmayan sesleri, böyle ulumaları, böyle çığlık ve diş gıcırdatmalarını, göz yaşlarını, böyle dayak ve küfürleri o ana kadar ne görmüş, ne de işitmişti! Böyle bir vahşeti, böyle bir öfkeyi göz önüne bile getiremezdi. Her an kalbi duracak gibi oluyordu, acı ile, dehşetle doğruldu, yatağında oturdu, dayaklar, çığlıklar, küfürler gittikçe artıyor ve şiddetleniyordu. İşte, birdenbire, büyük bir şaşkınlıkla ev sahibinin sesini tanıdı. Kadın uluyor, bağırıyor, hızlı hızlı, adeta anlaşılamayacak biçimde kelimeleri arka arkaya sıralayarak ve bir şeyler yalvararak sızlanıyordu. Herhalde artık dövmemeleri için yalvarıyordu. Çünkü merdivende onu insafsızca dövüyorlardı. Dayak atanın sesi, öfkeden, sinirden öyle bir hal almıştı ki, sadece bir hırıltı gibi çıkıyordu.
-Nastasya...
Ev sahibesini neden dövdüler? Kadın dikkatle ona baktı.
Nastasya onu sessizce süzmekte vdevam etti, sonra yine sert ve kesin bir sesle :
-
Ev sahibini kimse dövmedi, dedi." (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 175-177.)
♦♦
...Adeta bir rüyada imiş gibi olduğu yerde duruyordu. Dudaklarında küçümseyici, biraz da bilinçsiz bir gülümseme uçuşuyordu. Nihayet kasketini aldı, sessizce odadan çıktı. Düşünceleri karmakarışıktı. Dalgın bir halde kapının önüne vardı. Birdenbire kalın bir ses: “Hah, işte kendisi, diye bağırdı.” Raskolnikov başını kaldırdı. Kapıcı, kulübenin kapısı önünde durmuş onu, esnaf kılıklı ufak tefek bir adama gösteriyordu./.../ Raskolnikov çok zor işitilen bir sesle: “Siz kimsizmniz? Nesiniz? Katil olan kim?diye mırıldandı.Beriki , daha etkili, daha iyi seçiklen bir sesle: Sen katilsin! dedi./.../ Nasıl olup da kendini sokakta buldu-ğunu anımsaması çok tuhafına gitmişti. Artık akşam iyice ilerlemişti, karanlık gittikçe koyulaşıyordu. Raskolnikov dalgın, tasalı bir halde yürüyordu: Belli bir amaçla sokağa çıktığım, bir şeyler yapmak, acele etmek gerektiğini çok iyi anımsıyor, ama bu şeyin ne olduğunu bir türlü anımsamıyordu."(Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 387)
♦♦
Delikanlı (Raskolnikov) ansızın bir saatin çaldığını açıkça işitti. Ürperdi, kendine geldi, başını kaldırıp pencereye baktı. Saatin kaç olabileceğini tahmin ettikten sonra, sanki biri gelip kendisini divandan çekip koparmış gibi büsbütün aklını başına toplayarak, birdenbire yerinden fırladı. Parmaklarının ucuna basa basa kapıya gitti, yavaşça kapıyı aralayarak merdiveni dinlemeye başladı. Yüreği şiddetli çarpıyordu. Ama merdiven tamamıyla sessizdi; sanki herkes uykuya yatmıştı.Hiçbir hazırlık, hiçbir şey yapmadan, dünden beri böyle kendinden geçmiş bir halde uyuyabilmiş olması, ona tuhaf ve korkunç göründü. Oysa, belki de saat altıyı çalmıştı. Uykunun, uyuşukluğun yerini, birdenbire normal olmayan, hummalı, şaşkın diyebileceğimiz bir telaş almıştı.Rasskolnikov, delirdiğini sandı./.../Ama gaiyet açık bir şekilde duymuştu her şeyi. Herhalde, daha sonra kendisine sıra gelecekti.” (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 115)
♦♦
Raskolnikov: "Bu sessizlik aydan ileri geliyordur, herhalde şimdi ay bir bilmece söylüyor olmalıydı" diye düşündü... Durmuş bekliyordu. Uzun uzun bekledi. Ayın sessizliği arttıkça, onun da yüreğindeki çarpıntı artıyor, hatta bir ağrı duymaya başlıyordu. Sessizlik bir türlü dinmiyordu Ansızın sanki bir dal kırılmış gibi, bir an süren kuru bir çatırtı duyuldu. Sonra yine her şey sessizleşti. Uyanan bir sinek, birdenbire uçarak cama çarptı ve şikâyet dolu bir sesle vı¬zıldadı.” (Suç ve Ceza, I.cilt, s: 392.)
♦♦
Ortalık zifiri kararlıktı. O kadar ki eşyalar ancak, karanlık lekeler halinde, hayal meyal seçebiliyordu. Sividriğaylov, beş dakikadan beri dirsekleri pervaza dayalı, eğilerek, dışarısını seyrediyor, bu koyu karanlıktan kendisini alamıyordu. Gecenin ve karanlığın içinden bir top sesi gürledi, bunu bir ikincisi izledi. “Hah işte, işaret veriliyor, diye düşündü.” ( II cilt, 312)

TUHAF DUYGULAR YAŞAMAK

“Tersliğe bakın ki o sırada Stepan Trofimoviç’in elden ele dolaşan, altı yıl önce, yani ilk gençlik çağlarında Berlin’de yazmış olduğu bir şiir, meraklı iki gençle bir üniversite öğrencisinin üzerinde yakalanıyor. Şu anda benim masamın üzerinde bu şiirin bir kopyası var: Stepan Trofimoviç bunu geçen yıl, kendi el yazısıyla yazarak, bir ithafla bezeyip, kırmızı marokenle kaplattırdığı bir cilt içinde bana armağan etmişti. Şiirin edebi değeri yok değil, üstelik dâhice yazılmış da denebilir, ama tuhaflığı da var... doğrusunu isterseniz, konuyu kendim de pek kavrayamadığım için, istendiği gibi anlatamayacağım: Faust’un ikinci kısmını anımsatan liriko- dramatik biçimde bir allegori, yani mecazi bir şiir. Sahne, kadınlar korosuyla açılır, sonra onun yerini erkekler korosu alır, daha sonra, görünmeyen güçler korosu gelir, en sonunda da, henüz yaşamamış, ama yaşamak isteğiyle kıvranan ruhlar korosu çıkar. Bütün bu korolar, belirsiz bir şeyi dile getirir, daha çok birisini suçlarlar; ancak onlarda geniş bir mizaha yer verilmiştir. Derken sahne birdenbire değişir, ’yaşayanların bayramı’ gibi bir şey başlar. Burada, haşereler bile şarkı okurlar, sonra Latince duaları andıran sözler söyleyen bir kaplumbağa çıkar ortaya. Dahası, anımsadığıma göre maden, cansız bir madde olan maden bile bir şarkı söyler. Genellikle herkes bir şarkı söyler, konuşmalar bile belli belirsiz tartışmalı geçer; ancak bütün bunlar gene de yüksek bir anlam taşımaktadır. Sonunda sahne gene değişir, sahnenin ortasında bir dağ başı görünür, kayalıklar arasında uygar görünümlü bir genç başıboş dolaşmaktadır, bu genç bilinmeyen bazı otları koparır ve emer; peri kızının bu otları niçin emdiğini sorması üzerine, kendisinde çok fazla canlılık hissettiği için bu otların özsuyuyla avuntu bulduğunu, ancak en büyük isteğinin (bu istek, belki de gereksizdir) elden geldiğince çabuk, aklını yitirmek olduğunu söyler. Derken birdenbire yağız bir at sırtında güzeller güzeli bir delikanlı çıkagelir. Arkasında çeşitli uluslardan bir kalabalık vardır. Delikanlı ölümü temsil etmektedir, arkasındaki kalabalıksa onu istemektedir. En son sahnede Babil Kulesi’yle onun kimi asma katları belirir, sonra insanlar yeni umut şarkıları söyleyerek kulenin inşasını tamamlamaya başlarlar. Ta tepeye kadar çıkınca, sözgelimi, Olimp’in sahibi, gülünç bir durumda kaçıp gider, bunun farkına varan insanlar da onun yerini doldurarak eşyaya yeniden uyarlanırlar ve yeni bir yaşama başlarlar, işte o zaman tehlikeli buldukları şiir buydu. (Ecinniler, s:8)
...
“Boyuna falıma bakıyorum, Şatuşka,” dedi. ”Ama hiç de istediğim gibi çıkmıyor.”/.../ Hep aynı şey çıkıyor; bir yol, kötü bir adam, biri beni aldatıyor, bir ölüm döşeği, bir mektup, beklenmedik bir haber. Yalan bunlar hep, ben biliyorum. Sen ne dersin, Şatuşka? insanlar ya-lan söylerse fal niçin yalan söylemesin?” Birden iskambilleri karıştırdı. “Praskovya Ana’ya da aynı şeyi söyledim, çok saygıdeğer bir kadın, baş rahibeden gizli benim oturduğum hücreye gelir fal baktırırdı. “Yaa ! Hem gelen yalnızca o değildi. Ah, diye iç çekerler, başların ı sallarlar, aralarında fiskos ederlerdi. Bense gülüyordum! Nerden mektup gelecek size Praskovya Ana, diyordum ona, on iki yıldan beri bir tane bile almamışsınız. Bir kızı varmış,
kocası alıp Türkiye’ye götürmüş; oniki yıldır öldü mü kaldı mı, haber alamamış, derken ertesi gün başrahibeyle oturmuş çay içiyoruz, başrahibe, (doğuştan prensestir.) bir de hanım vardı, konuk, hayalci bir kadın, sonra Aynaroz manastırından gelme bir de papaz vardı, pek farklı bir adam, bana öyle geldi, inanır mısın Şatuşka, bu Aynaroz manastırı papazı, o sabah Praskovya Ana’ya Türkiye’deki kızından mektup getirmemiş mi! -gördün mü karo valesini- ummadık haber! Çayımızı içiyorduk, Aynaroz papazı, ‘başrahibe, saygıdeğer başrahibe’ dedi, ‘duvarları içinde böyle büyük bir hâzineyi sakladığı için Tanrı hepsinin içinde manastırınızı kutsadı.’ Başrahibe: ‘Hangi hazine?’, ‘Lizaveta Ana cennetlik.’ Bu cennetlik Lizaveta manastırda uzunluğu iki arşın yüksekliği olan bir kafes içine kapanmıştı. On yedi yıldır orada, demir parmaklıkların arkasında oturuyordu. Yaz kış... Arkasına kaba kendirden bir gömlek giyerdi, bedenine acı versin diye gömleğinin arasına saman çöpleri, çalı çırpılar tıkıştırırdı; on ye¬di yıl tek bir sözcük konuşmadı, saçını taramadı, yıkanmadı. Kı¬şın kafesin içine bir gocuk koyuyorlardı, her gün bir dilim ekmek ve bir testi su verirlerdi. Ziyaretçiler onu görünce ah, vah ederler¬di. Para verirlerdi. Başrahibe hırslandı: ‘O mu büyük hazine?’ dedi (Başrahibe Lizaveta’dan nefret ederdi), ’Lizaveta’ dedi inadından, ‘tersliğinden orada oturuyor, ikiyüzlülük onunkisi.’ Hoşuma gitmedi, o zamanlar ben de kapanmak istiyordum. Tanrı ile doğa, ikisi aynı şey sanıyorum, dedim. Hepsi birden bana dönüp: ‘Şuna bak!’ diye bağrıştılar. Başrahibe gülmeye başladı. O kadın kısık sesle bir şeyler söyledi, beni yanına çağırdı, saçlarımı okşadı, kadın da pembe bir kurdela armağan etti bana. Göstereyim mi şimdi? Sonra papaz bana uzun uzun öğüt vermeye başladı; öyle de tatlı tatlı, usul usul konuşuyordu ki dinlememek elimden gelmiyordu. Bana, ‘Anlıyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır, hiç anlamadım, beni rahat bırakın,’ dedim. O gün bu gün beni rahat bıraktılar, Şatuşka! Bir gün bizim manastırdan yaşlı bir kadın, gelecekten haber vermeyi öğrenmek için çile dolduran bir kadın, kiliseden çıkarken kulağıma eğildi de: ’Tanrı anası nedir sana göre?’ diye fısıldadı. ‘Büyük anamız’ diye cevap verdim, ‘insan oğullarının avuntusu!’ ‘Evet,’ dedi. ‘Tanrı anası, büyük ana, nemli toprak, onda insanların büyük neşesi saklı. Dünyada çektiğimiz her acı, döktüğümüz her gözyaşı, bizim için bir sevinçtir. Bastığın toprağı yarım arşın derinliğine gözyaşlarıyla ıslattığın zaman her şeyden neşe duyarsın, acın kalmaz, dünya ahret esenlenirsin. Bu vahiydir,’ dedi. Bu sözleri ta yüreğime işledi. O gün bugün, her duada, secdeye kapanınca yeri öperim, alışkanlık edindim. Hem öperim, hem ağlarım. Ben söylüyorum, Şatuşka, bu gözyaşlarında acılık yok. İnsan, derdi olmasa da, sevincinden ağlıyor. Gözyaşın kendiliğinden boşanıyor, inan bana, kimi vakit göl kıyısına giderim; gölün bir kıyısında manastır, bir kıyısında Yalçıntepe dedikleri sivri bir dağ var. Arada sırada bu dağa tırmanırım, yüzümü doğuya çeviririm, yere kapanırım, ağlarım ne kadar zaman ağladığımı anımsamıyorum, hiç bilmiyorum, hiç, hiç... Sonra kalkarım, geldiğim yoldan geri dönerim, o sırada güneş batmak üzeredir, öyle de büyük, öyle de kabarık, öylesine de güzeldir ki! Güneşe bakmayı sever misin, Şatuşka? Güzel olur, ama sıkıntı verir. Yeniden doğuya dönerim, gölge, dağımızın gölgesi, gölümüzün üstünde koşar, ok gibi, uzun, upuzun, ince... Bir mil öteye kadar, gölün üzerindeki odaya kadar, oraya kadar uzanır, orada bu kayadan adayı ikiye böler, gölge ikiye bölündü mü, ötede güneş batar, birdenbire her şey kararıverir. O zaman bir hüzün çöker üstüme, belleğim uzanır; karanlık beni korkutuyor, Şatuşka! En çok bebeğim için ağlıyorum.”
“Çocuğunuz var mıydı?”
Onu dikkatle izleyen, Şatov dirseğiyle kolumu dürttü.
“Elbet. Minicik tırnakları olan bir bebek. Ufacık, pembe pembe. Üzüldüğüm, kız mı oğlan mı bir türlü kestiremedim. Dünyaya geldiği zaman onu patiskalara, dantellere sardım, pembe kurdeleler bağladım, çiçekler serptim üstüne, süsledim püsledim, dua ettim onun için. Vaftiz edilmeden aldım götürdüm, onu ormandan götürüyordum, ormandan korkuyordum. Beni asıl ağlatan şey bir çocuk doğurduğum halde kocamın kim oldu¬ğunu bilememem.”
Şatov usulca:
“Belki de kocan vardı,” dedi.
“Böyle düşüncelerinle bana gülünç görünüyorsun, Şatuşka. Belki kocam vardı, ama kocam olmuş neye yarar, bir kocam yokmuş gibi olduktan sonra? Kolay bir bilmece işte, çöz!” diye¬rek gülümsedi.
“Çocuğu nereye götürüyordun?”
İç çekti:
“Göle götürdüm,” dedi.
Şatov, gene kolumu dürttü.
“Yoksa hiç çocuğun olmadı da bütün bunlar sayıklamadan mı ileri geliyor, ha?”
Bu sorudan hiç mi hiç şaşırmadı, dalgın dalgın:
“Zor bir soru soruyorsun,” diye cevap verdi. “Bu konuda bir şey söyleyemem; belki de çocuğum yok gerçekten. Beni sorguya çekmen yalnızca merak! Olsun, ben gene ağlamaktan vaz¬geçmem; düş görmedim ya!” Gözlerinde nohut gibi yaş taneleri belirdi. “Şatuşka Şatuşka! Gerçekten karın seni bıraktı mı?” Birden iki elini Şatov’un omuzlarına koydu ve acımaklı gözlerle ona baktı: “Darılma, benim de içim dolu. Biliyor musun, Şatuşka, bir düş gördüm: o bana doğru geliyor, bana işaret ediyor, sesleniyor: ‘gel pisi pisim, gel pisi pisim!’ Hoşuma gitti, beni seviyorsanıyorum.”(Ecinniler,s:142-145)

♦♦
(Sividrigaylo ile Raskolnikovun hortlak sohbeti)
- Galiba Marfa Petrovna
yı çok göreceğiniz geldi? (NOT: Marfa Petrovna ölmüş bir kadın)
- Benim mi? Belki de... Belki de ger
çekten öyle. Aklıma gelmişken sorayım: Siz hortlaklara, hayaletlere inanır mısınız?
- Hangi hortlaklara?
- Hangilerine olacak, basbayağı hortlaklara işte!..
- Ya siz inanıyor musunuz?
- Evet, belki de hayır. Yani inanırım ama pek de o kadar değil!
Bunların size göründüğü oluyor mu?
- Sividrigaylov tuhaf bir bakışla onu süzdü ve tuhaf bir gülümseyişle:
-
Marfa Petrovna ara sıra ziyaret etmek lütfunda bulunuyor! diye fısıldadı.
- Ne demek ziyaret etmek lütfunda bulunuyor?
-
Şimdiye kadar üç sefer geldi. Birinci seferinde onu, cenazeyi gömdüğümüz gün, mezardan döndükten bir saat sonra görmüştüm. Buraya hareketimin arifesinde idi. İkinci sefer, önceki gün. Yolda, şafak vakti. Malayavişere istasyonunda gördüm. Üçüncüsünde ise, iki saat önce, oturduğum odada gördüm, yalnızdım.
- Uyanık mı idiniz?
- Tamamıyla.
Her üç seferinde de uyanıktım. Geliyor, bir dakika kadar konuştuktan sonra, kapıdan çıkıp gidiyor. Her seferide kapıdan girer. Adeta yürüdüğünü duyar gibi oluyorum.
- /.../
Raskolnikov canı sıkılmış bir eda ile:
- Bütün bunlar saçma şeyler, diye bağırdı. Marfa Petrovna geldiği zaman size neler söylüyor?
-
Birinci seferinde geldiği zaman, ben çok yorgundum. Cenaze töreni, ruhun rahatlığı için okunan dualar, vas sofrası falan beni iyice yormuştu. Nihayet çalışma odamda yalnız kalmış, bir sigara tellendir miştim. Karmakarışık şeyler düşünüyordum. Birdenbire ka¬pıdan girdi:
“Arkadi İvanoviç, bugünkü telaşınız arasında yemek odasmdaki saati kurmayı unutmuşsunuz!” dedi. Ger¬çekten de, o saati yedi yıldır her hafta hep ben kurardım. Unuttuğum zamanlarda da, her seferinde, bunu bana o ha¬tırlatırdı. Ertesi gün de, buraya gelmek üzere yola çıkmış¬tım. Sabaha karşı istasyonda indim, gece biraz kestirmiş¬tim, vücudum kırılıyordu. Gözlerim hâlâ mahmurdu. Bir kahve getirttim.
Birdenbire ne göreyim: Marfa Petrovna, elinde bir deste oyun kâğıdı ile gelip yanıma oturdu: “Arkadi İvanoviç, yolculuğunuzun nasıl geçeceğini, falınıza bakıp söyleyeyim mi?” diye sordu. Karım, fal bakmakta pek usta idi. Falıma baktırmadığım için kendimi hiç affetmeyeceğim!.. Korkup kaçtım. Gerçi o sırada, kampana da çalmıştı ya!.. Bugün de, ahçı dükkânından getirttiğim berbat bir yemekle midem ağırlaşmış bir halde oturmuş sigara içiyordum.

Ansızın yine, Marfa Petrovna içeri girdi. Sırtında, ye¬şil ipekli kumaştan yapılmış, uzun etekli yeni ve çok şık bir tuvalet vardı: “Günaydın Arkadi İvanoviç” dedi. “Elbisemi beğendiniz mi? Aniska böylesini dikemez.” (Aniska bizim köyde oturan Moskova atölyelerinde çıraklık etmiş eski toprak kölelerinden pek cici bir terzi kızdı) Karım, karşım¬da durmuş, fırıl fırıl, dönüyordu. Önce tuvaletini gözden ge¬çirdim, sonra da dikkatle yüzüne bakarak: “Marfa Petrov¬na, böyle incir çekirdeği doldurmayan şeyler için bana ka¬dar gelmenin, rahatsız olmanın ne gereği vardı?” dedim. “Ah aman Yarabbi, demek artık seni rahatsız etmek de ol¬mayacak!” diye karşılık verdi. Ona. biraz takılmak için: “Marfa Petrovna,” dedim, “ben evlenmek istiyorum.” “Bu sizin bileceğiniz şey Arkadi İvanoviç” dedi,ama karınız ölür ölmez hemen evlenmeye kalkışmanız size şeref vermez! Bari iyi birini seçseydiniz! Yoksa sen biliyorsun, bu ne ona ne de sana mutluluk getirir, sadece kendinizi  elaleme güldürmüş olacaksınız!” Karım bunları söyledikten sonra çıkıp gitti. Adeta eteğinin hışırtısını duyar gibi olmuştum. Pek saçma bir şey değil mi?
-Bir doktora başvursanıza!..
-
Doğrusunu isterseniz ne olduğunu bilmemekle birlikte, siz söylemeden de hasta olduğumu biliyorum. Bana kalırsa, herhalde sizden beş kat daha, sağlıklıyım. Ben size, hortlakların göründüklerine inanıp inanmadığınızı sormuştum.
Raskolnikov, hatta biraz da öfkeyle:
-Hayır, asla inanmıyorum, diye bağırdı.
Sividrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı:
-Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: “Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir.
- Zaten işin mantığa sığar yanı da yok!..
Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini ispat eder, yoksa onların hiç olmadıklarını değil!..
Sividrigaylov, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözle¬rini sürdürdü:
- Demek yok ha?.. Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşünemez misiniz (Siz de bana yardım edin
):”Hayaletler hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesapça da yaradılış yasaları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama, bu sağlıklı adam biraz hastalanıverince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverince, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olabilir bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de o ölçüde artar. Böylece insan, öldüğü zaman doğrudan doğruya öteki dünyaya göçer!” Ben bu nok¬ta üzerinde çoktandır düşünüp duruyorum. Eğer siz de öteki dünyaya inanıyorsanız, bu düşüncelere inanabilirsiniz! (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:16-17.)

♦♦
İvan ile kardeşi Alyoşa’nın ‘şeytan’ sohbeti:

 İvan, ‘şeytan’ı fiziksel özelliklerini, davranışlarını ve konuşma stilini çok ince ayrıntısına kadar anlatıyor:

  • (İvan)Size gülünç bir rüyamı anlatayım mı: Bazen düşte şeytanlar görüyorum. Geceymiş gibi, ben odamda bir mumla oturuyorum. Odanın her köşesi, masanın altı filan şeytanlarla dolu, kapıyı açıp kapıyorlar; dı­şarıda da sürülerle var, içeri girip beni yakalamak istiyorlar... Yaklaşıyorlar, neredeyse kapacaklar... O zaman ben istavroz çıkarıyorum; şeytanlar geri geri gidiyorlar, ama büsbütün de­ğil, kapıda, köşelerde pusu kurup bekliyorlar... İçimden bir­denbire Tanrıya küfretmek geliyor. Küfretmeye başlayınca şeytanlar hep birden bana atılıyor; seviniyorlar, gene yaka­lamak istiyorlar, ama ben ansızın istavroz çıkarınca yeniden gerisin geri kaçıyorlar, öyle hoş ki, soluğum tutuluyor!

  • (Alyoşa)Benim de aynı düşü gördüğüm oldu.   (Karamazov Kardeşler, s:673)

-Bir bay, daha doğrusu belirli tipte bir Rus centilmeniydi bu. Yaşı geçkince, Fransızların deyişiyle qui frisait la cinqu­antaine idi.( Ellisine merdiven dayamış.) Oldukça uzun, hâlâ gür saçları ve sivri sakalı henüz pek kırlaşmamıştı. Sırtındaki kahverengi ceketin en iyi terzi elinden çıktığı belliydi, ancak hayli eskimişti; aşa­ğı yukarı iki üç yıl önce dikilmiş göründüğü için modası geçmişti. Yüksek muhitin varlıklı erkekleri, iki yıl var ki, bunları giymiyorlardı. Gömleği, eşarp biçiminde kravatı şık geçinen bütün centilmenlerinkinden farksızdı. Yalnız, yakın­dan bakılınca gömleğinin kirlice, geniş eşarbının da hayli eski olduğu anlaşılıyordu. Misafirin damalı pantolonu üze­rine hokka gibi oturmuştu, ama rengi fazla açık ve zamana göre giyilmeyen darlıktaydı. Yanındaki beyaz fötr şapkası da mevsime uygun değildi. Kısacası, kibar düşkünlerdendi.

Kölelik kanunu zamanında el üstünde tutulmuş asalak derebeylerinden olmalıydı. Görmüş geçirmişti; zamanında, hat­ta belki şimdi bile nüfuzlu ahbaplar sahipti; ama gençlikte har vurup harman savurduğu için, bir de kölelik kanununun kaldırılması yüzünden züğürtleyince eski eş dostun evlerin­de kibar bir sığıntı halinde geçinmeye başlamıştı. Yumuşak başlılığı, uysallığı yüzünden, ne de olsa kibar adam olduğu, ev sahiplerini utandırmadığı için davet sofralarına alınıyor, tabii diğer misafirlere göre kendine uygun bir yere oturtulu­yordu. Bu çeşit uysal tabiatlı sığıntı centilmenler, toplulukta hikâye anlatmak, kâğıt oyunları düzenlemek yönünden pek becerikli olmakla beraber, angarya işlerden hiç hoşlanmaz­lar; genel olarak kimsesiz, ya bekâr ya da duldurlar. Belki aralarında çocuklu olanları da vardır, ama çocukları çoğu zaman dışarıda, uzaktaki teyzelerinde veya halalarında ba­kılır. Centilmenler, kibar muhitte böyle akrabalıklardan uta­nır görünür, hiç sözünü etmezler. Çocuklarından pek seyrek, ancak isim günlerinde, bir de Noel’den Noel’e kutlama kart­ları alır, ara sıra cevap verirler; böylece zamanla büsbütün soğurlar. Beklenmedik misafirin yüzü pek halim selim gö­rünmemekle beraber, her hale uyarlığı, duruma göre karşı­sındakine faydalı olmaya yatkınlığı kolayca anlaşılıyordu. Saati yoktu, ama siyah kurdele ile bağlı, uzun saplı bir göz­lüğü vardı. İvan Fyodoroviç hırçın bir sessizlik içindeydi, ko­nuşmak istemiyordu. Misafir de susuyordu. Duruşunda, üst katta kendisine ayrılan odadan ev sahibine çay sofrasında arkadaşlık etmek için inen bir sığıntı hali vardı. Ev sahibinin kaşlarını çatıp kaygılı kaygılı düşünceye daldığını görünce bir köşeye sinmiş, ilk işaretiyle söze başlamaya hazır olduğu­nu gösteriyordu. Birden yüzünde ani bir endişe belirdi

İvan Fyodoroviç’e bakarak,

  • Bana bak, diye başladı. Kusura bakma, sadece hatır­latmak için söylüyorum: Sen Smerdyakov’a Katerina İvanovna hakkında bilgi almaya gitmiştin, ama bir şey öğren­meden döndün; unuttun besbelli...

  • Öyle.

İvan’nın yüzü kaygılı bir düşünceyle karardı.

Unuttum, evet... Ama fark etmez artık, hepsi yarına kaldı... diye mırıldandı kendi kendine. Sonra misafire döne­rek,

  • sinirli bir tavırla,

  • Demin hatırlamalıydım bunu, dedi, canımı sıkan buy­du zaten. Hatırlamam gereken şeyi önüme fırlayıp kulağıma fısıldamanla inandım mı sanıyorsun?

Centilmen tatlı tatlı gülümsedi:

İnanma canım. Zorla inanılmaz ki... Hem inanmada, hele maddi olan hiçbir delilin faydası yoktur. Foma, dirilen İsa’yı gördüğünden değil, daha önce, inanmak istediğinden inanmıştı. İspritizmacıları al... Çok severim onları. Düşün ki, bunlar kendilerini din yararına çalışır bilirler; çünkü şey­tanlar öbür dünyadan boynuzlarını gösterir onlara. “Bu, öbür dünyanın varlığına maddi delildir!” Öbür dünya ve maddi delil ha, oh ne âlâ! Hem şeytanın varlığının ispatıyla Tanrı varlığı doğrulanmış değildir. İdealistler topluluğuna yazılmak istiyorum ben, muhalefet yapacağım. “Gerçekçi­yimmaddeci değilim...” Ha, ha!

  • Dinle beni! diye birden yerinde doğruldu İvan. Kâbus görüyor gibiyim şu anda... Herhalde kâbus bu... İstediğini uydur, vız gelir bana! Geçen seferki gibi kızdıramazsın beni. Yalnız utanıyorum nedense... Odada dolaşmak istiyorum... Bazen seni görmüyor, sesini bile işitmiyorum geçen seferki gibi, ama saçmalıklarının hepsini önceden biliyorum, çünkü konuşan benim, sen değilsin. Yalnız bilmiyorum, geçen defa uyuyor muydum, yoksa uyanıkken mi gördüm seni? Dur, şu havluyu soğuk suya batırıp başıma koyayım, belki önümden defolup gidersin...

İvan Fyodoroviç odanın bir köşesine gitti, havluyu ala­rak dediğini yaptı, başında yaş havluyla odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. (Aslında böyle yaptığını sandı , ama yerinden kalkmadı)

  • Seninle hemen senli benli oluşumuzu beğendim, diye başladı misafir.

İvan güldü:

  • Aptala bak, siz mi diyecektim sana! Şimdilik neşem yerinde, sadece şakağımda, bir de tepemde ağrı var. Ama rica ederim, geçen defaki gibi felsefeye başlama. Defolmak istemiyorsan bari neşeli şeyler konuş. Dedikodu yap; evet, sığıntının biri olduğuna göre dedikodu yap. Nereden geldi bu kâbus! Ama korkum yok senden. Yeneceğim seni. Tıka­mazlar beni tımarhaneye!

  • C’est charmant.18 Sığıntı! Evet, onun gibi bir şey... Yer­yüzünde sığıntı değilim de neyim ki! Hem bak, seni burada dinlerken biraz da hayret ediyorum: Beni gerçekten yavaş yavaş bir şey yerine koyuyor, geçen seferki direnişin gibi sa­dece hayal saymıyorsun...

Seni bir an olsun gerçek bir varlık saydığım yok. Ya­lansın, hayalsin, h asta lığı msm sen! Yalnız seni yok etmenin çaresini bilmiyorum; bir süre dayanmam gerektiğini anlıyorum. Kâbussun sen. Benliğimin, daha doğrusu bir parçamın, , düşüncelerimle duygularımın, ama en kötü, en anlamsızları- nın ete kemiğe bürünmüş şeklisin. Seninle uğraşacak zama­nım olsa bu yönden meraka düşerdim...

  • Dur, müsaade et, şimdi yakalarım seni: Demin sokak fenerinin yanında Alyoşa’yı terslerken, “Ondan öğrendin! Onun bana geldiğini nasıl öğrendin?” diye bağırmıştın. Ben­den söz ediyordun. Şu halde kısa bir an da olsa varlığıma inandın.

Centilmen tatlı tatlı gülümsüyordu.

  • Evet, zayıf bir anımdı bu... yoksa sana inandığımdan değil. Geçen defa uykudaydım, uyanık mıydım bilmiyo­rum. Belki seni sadece düşte gördüm, gerçekte değil...

  • Peki, demin çocuğu, Alyoşa’yı neden o kadar hırpa­ladın? İyi çocuk o, Staretz Zosima yüzünden ona karşı suç­luyum.

İvan gene gülerek,

  • Alyoşa’yı ağzına alma! dedi. Bu ne küstahlık, uşak parçası!

  • Hem azarlıyor, hem gülüyorsun; iyiye işaret bu. Zaten bugün geçen seferkine göre daha yumuşaksın bana karşı. Se­bebini anlıyorum: Aldığın büyük karar...

  • Kararımı bırak! diye hiddetle bağırdı İvan.

Anladım, anladım; c’est noble, c’est charmant!( Soylu, hoş bir davranış.) Ya­rın kardeşini savunmaya gidecek, kendini feda edeceksin... C’est chevaleresque!( Şövalyece bir davranış.)

  • )

  • Sus, yoksa tekmeyi yersin.

  • Buna da bir derece memnun olurum, maksadıma eri­şirim böylece... İş tekmeye geldi mi, maddi varlığıma inanı­yorsun demektir. Hayale tekme atılmaz çünkü. Alayı bıraka­lım, bana göre hava hoş, canın isterse küfret, ama bana karşı bile birazcık nazik olmak daha iyi. “Aptal, uşak parçası...” Ne biçim laflar bunlar. Sana küfrederken, kendime küfrediyorum! diye yeni­den güldü İvan. Sen, bensin; değişik bir şurada kendimsin. Kafamdan geçenleri söylüyorsun, yeni şeyler söyleyecek du-

rumda değilsin.

Centilmen, kibar ve ağırbaşlı bir edayla,

  • Düşüncelerimizde birleşmemiz benim için şereftir,

dedi.

  • Ama sen hep en kötü, en önemlisi de en ahmakça düşüncelerimi alıyorsun. Ahmak ve bayağısın. Son derece ahmaksın. Dayanamıyorum artık sana! Ne yapayım, ne ya­payım ben?

İvan dişlerini gıcırdatıyordu.

Misafir, sığıntıya yaraşan uysal, babacan bir tavırla,

  • Dostum, ben de her şeye rağmen centilmen olmak, başkalarının gözünde de böyle görünmek isterim. Fakirim ama, pek namuslu olduğumu söyleyemem. Toplumun beni düşkün bir melek sayması genelleşti. Ama nasıl, ne zaman melek olabildiğimi hiç aklım almıyor. Böyle bir şey varsa da çok eski bir geçmişe ait olmalı; artık unutulsa da günah sa­yılmaz... Şimdi yalnız şerefli bir insan adına değer veriyorum; gelişigüzel yaşıyor, hoş görünmeye çalışıyorum. İnsanları iç­ten severim ben. Ah, pek çok bakımdan kötü şeyler söylediler benim için! Şurada, bazen, aranıza katıldığım zaman hayatım gerçekleşiyor; en çok bundan hoşlanıyorum zaten. Senin gibi benim de fantastik şeylere hiç tahammülüm yok, bunun için yeryüzündeki gerçeği severim. Burada her şey belli; formül­ler, geometri falan var. Oysa bizde sadece birtakım belirsiz denklemler... Burada dolaşıp hayal kurarım. Hayal kurmayı severim. Ayrıca yeryüzündeyken kendimi kör inançlara kaptırıyorum. Evet, gülme rica ederim: Bu durumdan hoşlanıyorum üstelik. Aranıza karışınca bütün âdetlerinize ayak uydu­ruyorum. Hamama gitmeye bayılırım, inanır mısın? Orada tüccarlarla, papazlarla birlikte kızgın taşın üstünde buharda terlemek pek hoşuma gider. Biricik emelim, temelli, kesin olarak insan haline girip şöyle yedi pud’luk (1 pud:17 Kg)  rısı olmak, onun inandıklarına inanmak. Kiliseye uğrayarak temiz yürekle bir mum yakmak; idealim bu oldu, gerçekten öyle! O zaman bütün acılarım dinecek. Bir de hastalıklarımla J uğraşmaktan zevk almaya başladım. Baharda çiçek hastalığı ! baş gösterince çocuk bakım evine koştum, aşılandım. O gün, nasıl keyiflendiğimi bilemezsin! “İslav kardeşlerimiz” için on ruble bağışta da bulundum. Ama sen dinlemiyorsun. Bugün keyfin yerinde değil galiba.

Centilmen bir an sustuktan sonra,

Biliyorum, dün o doktora gittin, diye devam etti, nasıl oldun? Ne dedi, doktor?

Aptal!

Ama sen pek akıllısın. Gene ağız bozmaya başladın.

İlgi duyduğumdan değil, laf olsun diye sordum, istersen kar­şılık verme. Şu sıralar romatizma baş gösterdi...

Aptal! diye tekrarladı İvan.

Başka laf bilmezsin ki. Geçen yıl öyle bir romatizmaya yakalandım ki, hâlâ aklımdan çıkmıyor.

Şeytanın romatizması mı olurmuş?

Bazen insanlaştığıma göre neden olmasın? Maddi bir vücutla beraber bütün özelliklerine de sahip olurum. Şeytan / sum et nihil humanum a me alienum puto. ( Şeytanım ben ve insanlara ait hiçbir şeyi kendime yabancı saymıyorum.

)

Nasıl, nasıl? Şeytan sum et nihil humanum... Bir şey­tan için akıllıca bir söz!

Hele şükür, nihayet beğendirebildik.

İvan bir şeye şaşırmış gibi durdu:

Ama bunu benden almadın... aklıma hiç gelmemişti bu... Tuhaf...

C’est du nouveau, n’est ce pas?( Yeni bir şey bu, değil mi?

  • ) Bu defa namusluca hareket edip açıklayacağım. Bak dinle: Uykuda, en  çok  ( s-851)

(karşılıklı konuşma bu ekilde uzayıp  gidiyor ve sonunda Şeytan  , İvsan’ın kardeşi Alyoşa’nın geldiğini haber veriyor)

Misafir ona,

  • Duydun mu, git de kapıyı aç! diye bağırdı. Kardeşin Alyoşa bu, sana hiç beklenmedik, ilginç bir haber getiriyor, bundan eminim.

  • Sus geveze, Alyoşa olduğunu senden önce biliyordum. Geleceğini hissediyordum; elbette boş değil, bir “haber”le geldi.

  • Aç kapıyı aç. Tipi var dışarıda, kardeşin o senin. Monsieur sait-il le temps qu’il fait? C’est à ne pas mettre un chien dehors...[1]

Vuruşlar devam ediyordu. İvan pencereye koşmak istedi, ama sanki eli ayağı bağlıydı. Olanca gücüyle çabalıyor, bağ­larını koparmaya uğraşıyordu... boşuna! Pencereye vuruşlar gittikçe hızlanıyor, daha sesli çıkıyordu. Sonunda bağlar bir­denbire kopuverdi, İvan Fyodoroviç ayağa fırladı. Etrafını şaşkın şaşkın süzdü. Mumların ikisi de bitmek üzereydi, mir. safirine demin fırlattığı bardak maşanın üstündeydi, karsıki sedirde kimse yoktu... Pencereye vuruşlar ısrarla devam ettiği halde, düşte gördüğü gibi hızlı değil, tam tersine usul usuldu.

  • Düş değil bu, yemin ederim düş değildi! diye bağırdı. Hepsi oldu bunların!

Pencereye atlayarak camı açtı  (s-866

♦♦
"Hiçbir şey düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Ama, hülyalar birbirini kovalıyor, birbiriyle bağlantısı olmayan başsız ve sonsuz düşünce kırıntıları parlayıp sönüyordu. Yan uykulu hale düşer gibi oluyordu.../ Salonun ortasında, beyaz atlasla örtülü bir masanın üzerinde bir tabut vardı. Bu tabut, Napoli dokuması ipek bir kumaşla kaplı idi. Kumaşın kenarlarına beyaz, kırmalı bir farbala dikilmişti. Tabutun her yanı çelenklerle kuşanmıştı. Tabutun içinde, çiçekler arasında, beyaz tüller giymiş bir kız çoçuğu, adeta mermerden dökülmüş kolları göğsü üzerinde kavuşmuş bir halde yatıyordu. Ama dağınık açık kumral saçları ıslaktı. Güllerde örülmüş bir taç başını süslüyordu. Yüzünün ciddi, adeta sertleşmiş profili de, mermerden yontulmuş gibi idi. Ne var ki, solgun dudaklarındaki gülümseme¬de, çocuk yaşma uymayan sonsuz bir acının ve büyük bir yakınmanın izleri vardı. Sividrigaylov, bu kızı tanıyordu. Bu tabutun etrafmda ne kutsal resimler, ne de yanan mumlar vardı. Hiçbir dua da işitilmiyordu. Bu kız, kendini suya ata¬rak intihar etmişti. Henüz on dört yaşında idi. Ama, yüreği acıyı tatmış ve genç çocuk bilincini dehşete salan bir karak¬terle parçalanmıştı. Bu temiz - melek ruh, layık olmadığı bir utançla dolmuş, ondan yükselen son umutsuz çığlık du¬yulmamış, karanlık, soğuk, nemli bir gecede, rüzgâr; ulumaları arasında boğulup gitmişti.” (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:310,311)
♦♦
Hemen söyleyeyim, Stepan Trofimoviç, hep aramızda özel bir rol, bir yurttaş rolü oynuyordu. Bu role bayılırdı; ölür de bu rol¬den vazgeçmezdi sanırım. Kendisini meslekten yetişme bir aktö¬re benzetmek istemem,Tanrı göstermesin, ona saygım vardır. Onunkisi bir alışkanlıktı, daha doğrusu, çocukluğundan beri ken¬disini hep iyi bir yurttaş, önemli bir adam saymasından kaynakla¬nan bir şeydi. Örneğin ‘polisin kovuşturmasına uğramış’, ‘sürgün edilmiş’ olmanın zevkine doyamazdı. Bu iki küçük sözcüğün, ya¬ni kovuşturma ile sürgün sözcüklerinin estetik büyüsü onu bir daha ayılmamacasına sarhoş etmişti. Bu iki sıfatı benimsediği için de kendisini dev aynasında görüyor, kişiliğini büyülte büyülte sonunda bir övünme kaidesinin üstüne heykel gibi kuruluyordu./.../ Ne dersiniz! Meğer o bunda kendi kendini aldatmış. Günün birinde, Stepan Trofimoviç’in öyle herkesin sandığı gibi, kentimize ‘sürgün’ olarak gelmek şöyle dursun, ömründe ‘polisin kovuşturmasına’ bile uğramamış olduğunu şaşkınlık içinde -ama doğruluğuna inanmak zorunda da kalarak- öğrendim. Durum buyken, siz hayal gücünün enginliğine bakın ki, ömrü boyunca birtakım makamların kendisinden çekindiğine, her attığı adımın kollandığına, her davranışının gözetlendiğine, son yirmi yıl içinde değişen üç validen, her birinin kenti yönetmeye gelirken Petersburg’tan kendisiyle ilgili bir sürü dosya ve uyarıyla yola çıktığına inanıp durdu. Ama pek sayın Stepan Trofimoviç’e hiçbir şeyden çekinmesine gerek olmadığı açıkça söylense, bunun kanıtları da gösterilseydi, kesinlikle gücenirdi.”(Ecinniler, s:6)

♦♦
 

  • Size gülünç bir rüyamı anlatayım mı: Bazen düşte şeytanlar görüyorum. Geceymiş gibi, ben odamda bir mumla oturuyorum. Odanın her köşesi, masanın altı filan şeytanlarla dolu, kapıyı açıp kapıyorlar; dı­şarıda da sürülerle var, içeri girip beni yakalamak istiyorlar... Yaklaşıyorlar, neredeyse kapacaklar... O zaman ben istavroz çıkarıyorum; şeytanlar geri geri gidiyorlar, ama büsbütün de­ğil, kapıda, köşelerde pusu kurup bekliyorlar... İçimden bir­denbire Tanrıya küfretmek geliyor. Küfretmeye başlayınca şeytanlar hep birden bana atılıyor; seviniyorlar, gene yaka­lamak istiyorlar, ama ben ansızın istavroz çıkarınca yeniden gerisin geri kaçıyorlar, öyle hoş ki, soluğum tutuluyor!

  • Benim de aynı düşü gördüğüm oldu.   (s:673)

  • •••

Odasına girerken kalbinin buz gibi soğuk bir duyguy­la büzüldüğünü hissetti. Bu odada şimdi, şu anda ve daha önceden de bulunan acı, çirkin bir şeye ait bir hatıra, daha doğrusu bir hatırlatmaydı bu. Yorgun yorgun sedire bıraktı kendini. Kocakarı semaverini getirdi, İvan Fyodoroviç çayı demledi, ama el sürmedi. Kocakarıya sabaha kadar izin ver­di. Sedire otururken bir baş dönmesi duyuyordu. Kendini hasta, halsiz hissediyordu. Bir aralık içi geçer gibi oldu; uy­kusunu dağıtmak için telaşla kalktı, odada gezindi. Zaman zaman sayıklıyormuş gibi geldi. Gene de onu asıl ilgilendi­ren hastalığı değildi. Yeniden yerine geçtikten sonra arada bir, bir şey kolluyormuş gibi etrafa bakınmaya başladı. Bu birkaç kere tekrarlandı. Sonunda bakışı belirli bir nokta­ya dikildi. İvan gülümsedi, ama yüzü hiddetten kıpkırmızı oldu. Başını elleriyle sımsıkı kavrayarak uzun zaman kıpır­danmadı, hep öyle aynı noktaya, karşı duvardaki sedire yan yan bakıyordu. Orada bir şeyin onu azap verecek derecede rahatsız ettiği belliydi.”  (Karamazov Kardeşler,s: 845)

“Doktor değilim ama, okuyucuya İvan Fyodoroviç’in has­talığının özelliği hakkında birkaç söz söylememin zamanı geldiğini vazgeçilmez bir zorunluluk olarak hissediyorum. Biraz acele davranarak şu kadarını söyleyeyim ki, epeydir hastalıkla güçlü bir çarpışmaya girişmiş, bu yüzden de hayli sarsılmıştı, o gece şiddetli bir humma buhranının etkisindeydi. Tıptan hiç anlamadığım halde, İvan Fyodoroviç’in olağa­nüstü bir azimle hastalığını tamamen yenme isteğinin yatağa düşmesini bir süre geri bıraktırdığını ileri sürmek cesaretini göstereceğim. Rahatsız olduğunu hissediyor, gene de böyle bir zamanda, hayatının bu sayılı anında, “kendine karşı temi­ze çıkmak” için olanca mertliğiyle gerekeni söylemek zorundayken hastalığa karşı âdeta isyan bayrağı açıyordu. Bununla beraber, Katerina İvanovna’mn, önceden söz açtığım kendine göre bir düşünceyle Moskova’dan getirttiği yeni doktora gitti bir kere. Doktor dinledikten ve muayene ettikten sonra onda bir çeşit beyin rahatsızlığı bulmuş, bu yüzden İvan’ın yaptı­ğı bir açıklamaya hiç şaşmamıştı. “Bugünkü durumunuzda hayal görmek normal sayılmalıdır,” dedi doktor. “Gene de bunları kontrole almak gerekir. Esasen vakit kaybetmeden tedaviye başlamalısınız, aksi halde durum kötüleşir.”

Fakat İvan Fyodoroviç doktordan çıkınca öğüdünü ku­lak arkasına atmış, tedaviye yanaşmamıştı. “Gücüm yettiği kadar ayakta duracağım, yatağa düşersem başka... O zaman kim isterse tedavi eder!” diye omuz silkiyordu.

Şimdi de oturduğu yerde sayıkladığını kendi de fark edi­yor, dediğim gibi, karşıki sedirde gördüğü bir nesneden (şeytan) göz­lerini ayıramıyordu. Birisi oturuyordu orada... nasıl girdiğini Tanrı bilirdi, çünkü İvan Fyodoroviç, Smerdyakov’dan dön­düğü zaman odada kimse yoktu (s-846)

 “Bir bay, daha doğrusu belirli tipte bir Rus centilmeniydi bu. Yaşı geçkince, Fransızların deyişiyle qui frisait la cinqu­antaine idi (50 yaşını geçmiş) Oldukça uzun, hâlâ gür saçları ve sivri sakalı henüz pek kırlaşmamıştı. Sırtındaki kahverengi ceketin en iyi terzi elinden çıktığı belliydi, ancak hayli eskimişti; aşa­ğı yukarı iki üç yıl önce dikilmiş göründüğü için modası geçmişti. Yüksek muhitin varlıklı erkekleri, iki yıl var ki, bunları giymiyorlardı. Gömleği, eşarp biçiminde kravatı şık geçinen bütün centilmenlerinkinden farksızdı. Yalnız, yakın­dan bakılınca gömleğinin kirlice, geniş eşarbının da hayli eski olduğu anlaşılıyordu. Misafirin damalı pantolonu üze­rine hokka gibi oturmuştu, ama rengi fazla açık ve zamana  göre giyilmeyen darlıktaydı. Yanındaki beyaz fötr şapkası da mevsime uygun değildi. Kısacası, kibar düşkünlerdendi. Kölelik kanunu zamanında el üstünde tutulmuş asalak derebeylerinden olmalıydı. Görmüş geçirmişti; zamanında, hat­ta belki şimdi bile nüfuzlu ahbaplara sahipti; ama gençlikte har vurup harman savurduğu için, bir de kölelik kanununun kaldırılması yüzünden züğürtleyince eski eş dostun evlerin­de kibar bir sığıntı halinde geçinmeye başlamıştı. Yumuşak başlılığı, uysallığı yüzünden, ne de olsa kibar adam olduğu, ev sahiplerini utandırmadığı için davet sofralarına alınıyor, tabii diğer misafirlere göre kendine uygun bir yere oturtulu­yordu. Bu çeşit uysal tabiatlı sığıntı centilmenler, toplulukta hikâye anlatmak, kâğıt oyunları düzenlemek yönünden pek becerikli olmakla beraber, angarya işlerden hiç hoşlanmaz­lar; genel olarak kimsesiz, ya bekâr ya da duldurlar. Belki aralarında çocuklu olanları da vardır, ama çocukları çoğu zaman dışarıda, uzaktaki teyzelerinde veya halalarında ba­kılır. Centilmenler, kibar muhitte böyle akrabalıklardan uta­nır görünür, hiç sözünü etmezler. Çocuklarından pek seyrek, ancak isim günlerinde, bir de Noel’den Noel’e kutlama kart­ları alır, ara sıra cevap verirler; böylece zamanla büsbütün soğurlar. Beklenmedik misafirin yüzü pek halim selim gö­rünmemekle beraber, her hale uyarlığı, duruma göre karşı­sındakine faydalı olmaya yatkınlığı kolayca anlaşılıyordu. Saati yoktu, ama siyah kurdele ile bağlı, uzun saplı bir göz­lüğü vardı. İvan Fyodoroviç hırçın bir sessizlik içindeydi, ko­nuşmak istemiyordu. Misafir de susuyordu. Duruşunda, üst katta kendisine ayrılan odadan ev sahibine çay sofrasında arkadaşlık etmek için inen bir sığıntı hali vardı. Ev sahibinin kaşlarını çatıp kaygılı kaygılı düşünceye daldığını görünce bir köşeye sinmiş, ilk işaretiyle söze başlamaya hazır olduğu­nu gösteriyordu. Birden yüzünde ani bir endişe belird.

 İvan Fyodoroviç’e bakarak

  • Bana bak, diye başladı. Kusura bakma, sadece hatır­latmak için söylüyorum: Sen Smerdyakov’a Katerina İvanovna hakkında bilgi almaya gitmiştin, ama bir şey öğren­meden döndün; unuttun besbelli...

  • Öyle.

İvan’nı yüzü kaygılı bir düşünceyle karardı.

  • Unuttum, evet... Ama fark etmez artık, hepsi yarına kaldı... diye mırıldandı kendi kendine. Sonra misafire döne­rek, sinirli bir tavırla,

  • Demin hatırlamalıydım bunu, dedi, canımı sıkan buy­du zaten. Hatırlamam gereken şeyi önüme fırlayıp kulağıma fısıldamanla inandım mı sanıyorsun?

Centilmen (şeytan, kabus)tatlı tatlı gülümsedi:

İnanma canım. Zorla inanılmaz ki... Hem inanmada, hele maddi olan hiçbir delilin faydası yoktur. Foma, dirilen İsa’yı gördüğünden değil, daha önce, inanmak istediğinden inanmıştı. İspritizmacıları al... Çok severim onları. Düşün ki, bunlar kendilerini din yararına çalışır bilirler; çünkü şey­tanlar öbür dünyadan boynuzlarını gösterir onlara. “Bu, öbür dünyanın varlığına maddi delildir!” Öbür dünya ve maddi delil ha, oh ne âlâ! Hem şeytanın varlığının ispatıyla Tanrı varlığı doğrulanmış değildir. İdealistler topluluğuna ak istiyorum ben, muhalefet yapacağım. “Gerçekçi­yimmaddeci değilim...” Ha, ha!

  • Dinle beni! diye birden yerinde doğruldu İvan. Kâbus görüyor gibiyim şu anda... Herhalde kâbus bu... İstediğini uydur, vız gelir bana! Geçen seferki gibi kızdıramazsın beni. Yalnız utanıyorum nedense... Odada dolaşmak istiyorum... Bazen seni görmüyor, sesini bile işitmiyorum geçen seferki gibi, ama saçmalıklarının hepsini önceden biliyorum, çünkü konuşan benim, sen değilsin. Yalnız bilmiyorum, geçen defa uyuyor muydum, yoksa uyanıkken mi gördüm seni? Dur, şu havluyu soğuk suya batırıp başıma koyayım, belki önümden defolup gidersin...

İvan Fyodoroviç odanın bir köşesine gitti, havluyu ala­rak dediğini yaptı, başında yaş havluyla odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.

  • Seninle hemen senli benli oluşumuzu beğendim, diye başladı misafir.

İvan güldü:

  • Aptala bak, siz mi diyecektim sana! Şimdilik neşem yerinde, sadece şakağımda, bir de tepemde ağrı var. Ama rica ederim, geçen defaki gibi felsefeye başlama. Defolmak istemiyorsan bari neşeli şeyler konuş. Dedikodu yap; evet, sığıntının biri olduğuna göre dedikodu yap. Nereden geldi bu kâbus! Ama korkum yok senden. Yeneceğim seni. Tıka­mazlar beni tımarhaneye!

  • C’est charmant.(hoş davranış) Sığıntı! Evet, onun gibi bir şey... Yer­yüzünde sığıntı değilim de neyim ki! Hem bak, seni burada dinlerken biraz da hayret ediyorum: Beni gerçekten yavaş yavaş bir şey yerine koyuyor, geçen seferki direnişin gibi sa­dece hayal saymıyorsun...

Seni bir an olsun gerçek bir varlık saydığım yok. Ya­lansın, hayalsin, hasta lığımsın sen! Yalnız seni yok etmenin çaresini bilmiyorum; bir süre dayanmam gerektiğini anlıyorum. Kâbussun sen. Benliğimin, daha doğrusu bir parçamın, , düşüncelerimle duygularımın, ama en kötü, en anlamsızlarının ete kemiğe bürünmüş şeklisin. Seninle uğraşacak zama­nım olsa bu yönden meraka düşerdim...

  • Dur, müsaade et, şimdi yakalarım seni: Demin sokak fenerinin yanında Alyoşa’yı terslerken, “Ondan öğrendin! Onun bana geldiğini nasıl öğrendin?” diye bağırmıştın. Ben­den söz ediyordun. Şu halde kısa bir an da olsa varlığıma inandın.

Centilmen tatlı tatlı gülümsüyordu.

  • Evet, zayıf bir animdi bu... yoksa sana inandığımdan değil. Geçen defa uykuda mıydım, uyanık mıydım bilmiyo­rum. Belki seni sadece düşte gördüm, gerçekte değil...

  • Peki, demin çocuğu, Alyoşa’yı neden o kadar hırpa­ladın? İyi çocuk o, Staretz Zosima yüzünden ona karşı suç­luyum.

İvan gene gülerek,

  • Alyoşa’yı ağzına alma! dedi. Bu ne küstahlık, uşak parçası!

  • Hem azarlıyor, hem gülüyorsun; iyiye işaret bu. Zaten bugün geçen seferkine göre daha yumuşaksın bana karşı. Se­bebini anlıyorum: Aldığın büyük karar...

  • Kararımı bırak! diye hiddetle bağırdı İvan.

  • Anladım, anladım; c’est noble, c’est charmant! Ya­rın kardeşini savunmaya gidecek, kendini feda edeceksin... C’est chevaleresque! (Şovalyece davranış)

  • Sus, yoksa tekmeyi yersin.

  • Buna da bir derece memnun olurum, maksadıma eri­şirim böylece... İş tekmeye geldi mi, maddi varlığıma inanı­yorsun demektir. Hayale tekme atılmaz çünkü. Alayı bıraka­lım, bana göre hava hoş, canın isterse küfret, ama bana karşı bile birazcık nazik olmak daha iyi. “Aptal, uşak parçası...” Ne biçim laflar bunlarSana küfrederken, kendime küfrediyorum! diye yeni­den güldü İvan. Sen, bensin; değişik bir şurada kendimsin. Kafamdan geçenleri söylüyorsun, yeni şeyler Misafir, sığıntıya yaraşan uysal, babacan bir tavırla,

  •  Dostum, ben de her şeye rağmen centilmen olmak, başkalarının gözünde de böyle görünmek isterim. Fakirim ama, pek namuslu olduğumu söyleyemem. Toplumun beni düşkün bir melek sayması genelleşti.  /…/

İvan kulaklarını tıkamış, yere bakarak oturuyordu, bü­tün vücudunu bir titreme almıştı.

İvan’ın Şeytan ile bu diyaloğu sürerken kardeşi Alyoşa geliyor;

  Misafir ona,

  • Duydun mu, git de kapıyı aç! diye bağırdı. Kardeşin Alyoşa bu, sana hiç beklenmedik, ilginç bir haber getiriyor, bundan eminim.

  • Sus geveze, Alyoşa olduğunu senden önce biliyordum. Geleceğini hissediyordum; elbette boş değil, bir “haber”le geldi.

  • Aç kapıyı aç. Tipi var dışarıda, kardeşin o senin. Monsieur sait-il le temps qu’il fait? C’est à ne pas mettre un chien dehors...(İnsan köpeğini dışarıya salmaz bu havada)

Vuruşlar devam ediyordu. İvan pencereye koşmak istedi, ama sanki eli ayağı bağlıydı. Olanca gücüyle çabalıyor, bağ­larını koparmaya uğraşıyordu... boşuna! Pencereye vuruşlar gittikçe hızlanıyor, daha sesli çıkıyordu. Sonunda bağlar bir­denbire kopuverdi, İvan Fyodoroviç ayağa fırladı. Etrafını şaşkın şaşkın süzdü. Mumların ikisi de bitmek üzereydi, mir safirine demin fırlattığı bardak maşanın üstündeydi, karşıki sedirde kimse yoktu... Pencereye vuruşlar ısrarla devam ettiği halde, düşte gördüğü gibi hızlı değil, tam tersine usul usuldü.

  • Düş değil bu, yemin ederim düş değildi! diye bağırdı. Hepsi oldu bunların!

Pencereye atlayarak camı açtı  (s-866)

/…/

İvan’ı dikkatli bir bakışla süzdü. Zaten ko­nuştukları sürece, kardeşinin yüzünde hayretini uyandıran bir şey varmış gibi gözlerini ondan ayıramıyordu. Sonra, birdenbire,

  • Kardeşim, sen çok hastasın galiba, diye başladı. Yüzü­me bakıyorsun, ama söylediklerimi anlamıyor gibisin.

İvan, Alyoşa’yı duymamış gibi dalgın bir tavırla,

  • İyi ettin de geldin, dedi. Kendini astığını biliyordum.

Kimden öğrendin?

  • Kimseden değil, ama haberim vardı. Yoksa biliyor muydum?

  • Evet, o söyledi. Daha demin söylüyordu...

îvan odanın ortasında durarak hep öyle dalgın, yere ba­karak konuşuyordu. Alyoşa elinde olmadan etrafa bakındı.

  • O kim?

  • Yok... Tüydü...

İvan başını kaldırdı, hafifçe gülümsedi.

  • Senden, senin gibi bir güvercinden korkmuş olmalı.. Sen temiz bir meleksin... Dmitri senin için “melek” der. Melek... Yedi kanatlı meleklerin hayranlık kükreyişleri! Nedir yedi ka­natlı melek? Belki bütün bir takımyıldız... Belki takımyıldız dediğimiz şey sadece kimyasal bir molekülden ibaret... Aslan ve Güneş adında bir takımyıldız var mı, biliyor musun?

Alyoşa korku içindeydi.

  • Otur kardeşim, Tanrı aşkına otur şu sedire! dedi. Sa­yıklıyorsun sen; koy başını yastığa... ha şöyle. Başına ıslak bir havlu koyayım mı, ister misin? Belki iyi gelir. Ver havluyu. Şurada, sandalyenin üzerinde, demin oraya fırlatmıştım.

Yok orada. Üzülme bulurum ben, orada işte

Alyoşa odanın öbür köşesinde İvan’ın lavabosunun ya­nında henüz kullanılmamış düzgün bir havlu buldu. İvan havluya tuhaf tuhaf baktı, o anda olanları hatırladı. Yerin­den doğrularak,

Dur, dedi, bu havluyu bir saat önce oradan alıp suya batırmıştım. Başıma koydum, sonra şuraya attım... Şimdi neden kuru böyle? Başka havlu yoktu orada.

  • Bu havluyu mu koydun başına?

  • Evet, odamda geziniyordum bir saat önce... Mumlar da yanmış, neden acaba? Saat kaç?

  • On iki neredeyse.

İvan birdenbire,

  • Hayır, hayır, hayır! diye bağırdı. Düş değildi bu! Bura­daydı o. Şurada oturdu, işte şu sedirde. Sen pencereye vururken ona bardak attım. Şunu... Dur, önceden uyuyordum ama, bu gördüğüm düş değil. Eskiden de oluyordu. Bazen düş gö­rüyorum ben Alyoşa... ama uyku düşü değil bu. Uyanıkken, / dolaşıp konuşurken görüyorum... uyur gibi. Fakat demin o burada, şu sedirdeydi. Çok aptal o, Alyoşa, son derece aptal!

İvan birden güldü, odada gezinmeye başladı.

Alyoşa üzüntüyle,

  • Kimmiş o aptal, kimden söz ediyorsun, kardeşim? diye sordu.

  • Şeytan! Dadandı bana. İki, belki de üç kere geldi. Alay etti benimle: Güya onun kanatları yanmış, olanca şa­tafatıyla, pırıl pırıl bir baş şeytan olmayışına kızıyormuşum. Yalancı, şeytanların en adisi! Hamama gidermiş... Soyarsan, belki Danimarka köpeklerinin kuyruğu gibi upuzun, bir arşın boyunda, dümdüz, boz bir kuyruğu vardır... Üşüdün sen Alyoşa, karda yürüdün; çay ister misin? Ne? Soğuk mu? Söyleyeyim, yeni çay demlesinler... C’est â ne pas mettre un chien dehors...

Alyoşa çabucak lavaboya koştu, havluyu ıslattı. İvan’ı tekrar yerine oturması için kandırdı, başını yaş havluyla sar­dı. Kendi de yanına geçti.

  • Burada birisinin sedirde oturduğuna kesin olarak emin misin?

  • Evet, şu sedirde, köşede. Kovardın onu sen. Kovdun da, göründüğün anda hemen yok oldu. Senin yüzünü seve­rim Alyoşa. Yüzünü sevdiğimi biliyor muydun? Ve o aslında benim Alyoşa: Ben. kendim... İçimdeki bütün alçaklık­lar, aşağılıklar ve küçüklükler! Evet, “romantik”in biriyim, bunu anlamış o... gerçi iftira ya... Son derece aptal, ama başarısı da bundan geliyor. Kurnaz, hayvanca kurnaz, beni çileden çıkarmanın yolunu biliyor. Hep ona inanıp inanma­dığım yönünden tutturuyordu, böylece dinletti kendini. Çocukcasına kandırdı beni. Şunu kabul etmeli ki, hakkımda epey doğru şey de söyledi. Ben kendi kendime bunları asla söyleyemezdim…./…/  (Karamazov Kardeşler, s-868-870)

ZEVK VERİCİ DUYGULAR YAŞAMAK

(Nedensiz coşku-fantazi-Şehvet- Pedofili(Çocuk düşkünlüğü)

Hastalıklı hallerde düşler çoğu zaman çok belirgin ve canlı çizgileriyle, gerçeğe çok uygun oluşlarıyla dikkati çeker... Kimi zaman tablo, tüyleri ürpertecek kadar korkunçtur, ama mizansen ve bütün düşünce dizisi, gerçeğe öylesine uygun, sanat bakımından öylesine doludur ki, bu düşü gören insanın, hatta Puşkin ya da Turgenyev gibi bir sanatçı bile olsa, uyanıkken bunu uydurmasına olanak yoktur. Bu tür düşler, bu hastalıklı düşler, her zaman belleklerde uzun bir süre yer eder, zaten bozuk ve sarsılmış olan organizma üzerinde derin izler bırakır.” (Suç ve Ceza s:96.)

♦♦

“Evet, yüzü ince kırışıklıklarla dolu, neşeyle, sessizce gü­len ufarak ihtiyar ona doğru geliyordu. Tabut ortada yoktu; ihtiyarın sırtında dün misafirleri kabul ederken giydiği elbise vardı. Yüzü nurlu, gözleri ışıl ışıldı. Demek o da, Alyoşa da şölene, Celile’nin Kana’sındaki düğüne çağrılmıştı...

Alyoşa, tam üstünden gelen hafif bir sesin,

  • Evet, sen de, sen de davetlisin! dediğini duydu. Seni de çağırdılar şölene. Niçin öyle bir kenara büzüldün, görünmü­yorsun... yanımıza gel.

  • İhtiyarın sesi, Staretz Zosima’nın sesiydi. Ondan başka Alyoşa’yı kim çağırabilirdi ki! Staretz Alyoşa’yı eliyle kaldır­dı, Alyoşa doğruldu Korkuyorum... bakamıyorum... diye fısıldadı Alyoşa.

  • Korkma. Hepimiz onun azameti, korkunç büyüklüğü önünde eğiliriz, ama merhameti sonsuzdur. Bizleri sevdiği (için aramıza katıldı, birlikte eğleniyor, misafirlerin neşesi kaçmasın diye suyu şarap haline getiriyor; yine misafirler bekliyor, ardından daha yenilerini çağırıyor... Sonsuzluğa kadar sürecek böyle, işte yeni şarap getiriyorlar; kapları gö­rüyor musun?

Alyoşa’nın kalbinde ateş gibi bir şey yanıyordu, içi sızlı­yor, gözleri ıslanıyordu... Ellerini  açarak bağırdı ve uyandı.  (Karamazov Kardeşler,s:482)

 NOT:

    1. Celile'nin Kana:  Yahuda (İsrail)’da Jesus (Hz.İsa)’un düğün törenine katılıp  suyu şaraba dönüştürme ve ölüyü diriltme mucizelerini gösterdiği köy.

      2. Miraç’da, Tanrı Rab ile buluşmada hiçbir peygamber Rab’ın yüzünü görememişlerdir; çünkü gözlerine ışık huzmesi (nur) vurduğundan gözlerini açamamışlardır.)

•••

“Sonraları verdiği ifadeye göre, “Dmitri Fyodoroviç’e gelince o da tam kendinde değildi. Sarhoş olmamakla beraber bir coşkunluk içindeydi. Dalgındı, bir ; yandan da sanki zihni belirli bir şeye takılmış, bir şeyler düşünüp halletmek istiyor ve yapamıyor gibiydi. Acele ediyor, sert, çok garip konuşuyor, zaman zaman kederli değil, hatta neşeli bile görünüyordu.”  (Karamazov Kardeler, s: 529)

•••

“Yirmi sekiz yaşında, orta boylu, sevimli bir genç olan Dmitri Fyodoroviç, yaşından çok büyük gösteriyordu. Ada­leli bir vücudu, güçlü kuvvetli bir yapısı olduğu görülüyordu, ama gene de zünde hastalıklı bir anlatım vardı. Yüzü zayıf, yanakları çökük, rengi sarıydı. Oldukça iri, koyu renk, fırlak gözlerinde sert bir inatçılığa rağmen, kararsızlık da okunuyor­du. Hatta heyecanlandığı sıralar, öfkeli konuşurken bakışları sanki iç durumundan ayrılıyor, bambaşka, hatta çoğu zaman o ana hiç uymayan anlamlara bürünüyordu. Bazen, onunla konuşanların, “Ne düşündüğü anlaşılmıyor ki,” dediği olur­du. Bazen de düşünceli, kasvetli bakışlarını görenler, tam o hüzünlü göründüğü anda birdenbire atıverdiği kahkahalara şaşarlardı.”(Karamazov Kardeşler,s:83)

       “İvan kendinden geçmiş bir halde yerinden fırladı, hav­luyu öteye atarak tekrar odayı arşınlamaya başladı. Alyoşa onun deminki sözlerini hatırladı: “Uyanıkken düş görüyor gibiyim... Yürüyüp konuşurken düş görüyorum, ama gene de uykudayım...” Şimdi de bu haldeydi. Alyoşa İvan’ın yanından ayrılmadı. Bir aralık, bir koşu gidip doktor çağırma­yı düşündü, ama kardeşini yalnız başına bırakmaya korktu, yanında bırakacak kimsesi yoktu. Sonunda İvan iyiden iyiye sapıtmaya başladı. Konuşmaları gitgide daha abuk sabuklaştı. Hatta kelimeleri de düzgünce söylemiyordu; birden  olduğu yerde sallandı. Alyoşa yetişerek yakaladı onu. İvan yatağa taşınmasına karşı koymadı. Alyoşa onu üstünkörü soydu, yatırdı, bir iki saat başında oturdu. Hasta derin bir uykuya dalmış, hareketsiz, sakin, düzenli soluklarla uyuyor­du. (Karamazov Kardeşler, s:873.)

♦♦

“..Toprağı niçin kucakladığını, neden öpmek istediğini bilmiyordu; gene de yeri gözyaşlarıyla ıslatarak bütün coş­kunluğuyla bu toprağı daima, ölene kadar sevmek için ant içiyordu. İçinden, “Toprağı sevinç gözyaşlarınla sula ve bu gözyaşlarını sev...” diye geçti. Niçin ağlıyordu? Öyle bir coş­kunluk içindeydi ki, göğün sonsuzluğunda parlayan yıldız­lar için bile ağlıyor, ama çılgınlığından utanmıyordu. Sanki evrenin sayısız âlemlerinden uzanan teller hep birden ruhun­da birleşmiş, ruhu da başka âlemlerle ilişkinin titreşimleri içindeydi/…./. Her geçen an âdeta elle tutulur gibi bir açıklık ve kesinlikle, ru­huna üstündeki gök kubbesi gibi sağlam, sarsılmaz bir şeyin yayıldığını hissediyordu. Sanki içinde bir düşünce vücut bu­luyor, bir daha ondan ayrılmamak üzere, ömrünün sonuna kadar yerleşip temelleşiyordu. Zayıf bir delikanlı olarak yere kapanan Alyoşa doğrulduğu zaman sağlam, cenge hazır bir erkekti, bunu geçirdiği vecd anında anlamış, duymuştu. Alyoşa bu hatırayı ömrü boyunca sakladı içinde. Derin bir inançla, “O saat ruhuma biri girdi.” diye tekrarladı.  (Karamazov Kardeşler, s: 485)

♦♦

  • Size gülünç bir rüyamı anlatayım mı: Bazen düşte şeytanlar görüyorum. Geceymiş gibi, ben odamda bir mumla oturuyorum. Odanın her köşesi, masanın altı filan şeytanlarla dolu, kapıyı açıp kapıyorlar; dı­şarıda da sürülerle var, içeri girip beni yakalamak istiyorlar... Yaklaşıyorlar, neredeyse kapacaklar... O zaman ben istavroz çıkarıyorum; şeytanlar geri geri gidiyorlar, ama büsbütün de­ğil, kapıda, köşelerde pusu kurup bekliyorlar... İçimden bir­denbire Tanrıya küfretmek geliyor. Küfretmeye başlayınca şeytanlar hep birden bana atılıyor; seviniyorlar, gene yaka­lamak istiyorlar, ama ben ansızın istavroz çıkarınca yeniden gerisin geri kaçıyorlar, öyle hoş ki, soluğum tutuluyor!

  • Benim de aynı düşü gördüğüm oldu.   (Karamazov Kardeşler, s:673)

♦♦
Farkında olmadan bir humma nöbeti içinde , sadece birdenbire bütün ağırlığını kaplayan dolu ve güçlü bir hayatın yeni ve sonsuz bir duygusuyla dolu olarak, acele etmeden , yavaşça merdivenlerden iniyordu. Bu duygu, birdenbire, umulmadık bir anda, affedildiği bildirilen bir idam mahkumunun duyacağı heyecanla ölçülebilir.” ( Suç ve Ceza, II cilt, s:270,271)

 (NOT: Dostoyevski Çar karşıtı siyasal örgütlerle ilişikli olduğu için idam cezasına çarptırılmış, darağacının dibinde asılmayı beklerken Çar’ın af yazısı ile canını kurtarmıştır. Bu nedenle, affedilen idam mahkûmun duygularını ondan daha iyi kimse bilemez, herhalde!...)
♦♦
Mesela, evleneceğimden haberiniz var mı? Söyledim mi idi? Unutmuşum... Ama o zaman kesin olarak söyleyemezdim. Çünkü gelini bile henüz görmemiş¬tim. Sadece bir niyetten öteye geçmiyordu. Ama, şimdi artık bir nişanlım var. İşi yoluna koydum. /.../ bu benim evlenme işim, kendine göre oldukça enteresandır./.../ Hani, bir kız çocuğu onun yüzünden kış kıyamette kendini suya atmış falan diye, dedikodusu edilen Resslich... Anladınız mı? Anladınız mı? bu evlenme işini pişirip kotaran odur. Bana yapayalnızsın sıkılır, biraz oyalanırsın, dedi. Ben gerçekten asık suratlı, küskün ruhlu bir adamım. Siz beni neşeli mi sanıyornuz? Hayır, ben asık suratlı bir adamım. Kimseye kötlük etmem, bir köşeye büzülür otururum. Bazen üç gün ağzızımı açmadığım olur. Ama şu Resslich tilkisinin kafasın neler geçtiğini ben size söyleyeyim: Karımı bırakarak savuşup gideceğimi sanıyor, tabii karım da ona kalacak, o onu piyasaya sürecek!.. /.../ Kız, bir ay sonra on altısına basacak... Bu hesaça, bir ay sonra onu evlendirmek mümkün olacak. Yani benimle evlendirmek... Kalkıp onlara gittim... Kendimi: Büyük çiftlik sahibi, tanınmış ailede şöyle ilişkileri olan zengin bir dul diye tanıttım. Benim ellisinde bir adam, onun ise daha on altısına basmamış bir konca oluşundan ne çıkar? Buna kim aldırır? /.../ Bu sırada kız da içeri girdi. Dizlerini kırara selam verdi. Düşünün ki, daha kısa etekli entari giyiyor. Açılmamış gonca gül! Gelincik gibi kızarıp bozarıyor (her halde ona söylemiş olacaklar!) Bilmem, kadın yüzleri üzerine siz ne düşünüyorsunuz? Bence, bu on altı yaş, bu çocuksu gözler, bu ürkeklik, utanmaktan gelen bu gözyaşları, olgun güzellikten de üstündür. Oysa bu kız üstelik, bir resim kadar da güzeldi. Açık sarı, lüle lüle, hafif dalgalı saçları, minimini dolgun kırmızı dudakları, son derece güzel ve minnacık ayakları var. Neyse tanıştık. Ben onlara bazı aile işlerimden ötürü acele ettiğimi söyledim. Ertesi gün, yani evvelsi gün nişanlandık. O zamandan beri, onlara her gidişimde, onu kucağıma alıyor ve hiç bırakmıyordum. Yavrucak gelincik gibi kızarıyor. Ben ise, durmadan onu öpüyorum. Annesi, pek tabii olarak, ona, kocası sayıldığımı, bunun böyle olması gerektiğini, anlatmaya çalışıyor. Dedim ya, bir içim su azizim. Ne yalan söyleyeyim, bu şimdiki nişanlılık durumu, belki de evlilik durumumdan daha iyidir. Hah! Hah! Hah! onunla iki sefer konuştum. Hiç de aptal bir kız değil. Bazen bana kaçamak, öyle bakışları var ki, adeta beni yakıyor. Biliyor musunuz onun, Raphael’in Madonna’sını andıran küçücük bir yüzü var. Gerçekten de, Sikstin kilisesindeki Madonna’nın yüzü hayalidir. Bu yüzde üzgün bir divane görünüşü hali var./.../ Dün onu kucağıma aldım. Herhalde bunu pek laubali bir eda ile yapmış olacağım ki, yüzü kıpkırmızı kesildi. Gözlerinden yaş geldi. Belli etmek istemiyordu ama, alev alev yandığı besbelli idi. Bir an için hepsi dışarı çıktı. Biz onunla baş başa kaldık. Ansızın boynuma atıldı. (İlk sefer böyle davranıyordu.) Kü¬çücük kollarıyla beni sımsıkı kucakladı, öptü ve bana söz dinler, sadık, iyi bir eş olacağına, beni mutlu edeceğine, ömrünün her anrnı, her şeyini, ömrü boyunca bana ada¬maktan çekinmeyeceğine yeminler ederek söz verdi; bütün bunlara karşılık da benden sadece ve yalnız saygı beklediğini, “bundan başka hiç ama, hiçbir şey hiçbir hediye istemediğini söyledi, incecik tüller giymiş, genç kızlık utangaçlığı ’ ile yüzü pembeleşmiş, heyecandan gözleri parlamış, saçları lüle lüle, on altı yaşındaki bir melekten, tenha bir odada, bu çeşit sözler işitmek, çok ayartıcı, çok baştan çıkarıcı bir şey... Bunu siz de kabul edersiniz! Çok baştan çıkartıcı değil mi? /.../ Kısacası, sizin tutku ve şehvetinizi kamçılayan da aradaki bu korkunç yaş ve seviye farkı olsa gerek... Gerçekten de onunla evlenecek misiniz? Niye evlenmeyecek mişim? Ne olursa olsun evleneceğim... Herkes kendisiyle ilgili olan şeylere kendisi karar verir. Kendini en iyi aldatmasını bilen herkesten daha neşeli yaşar. Hah, hah!.. Bu su katılmamış erdem de nereden çıktı? Merhamet ediniz dostum ben günahkâr bir insanım... Hah, hah, hah! “(Suç ve Ceza-II, s: 272-276. Türkçesi: Hasan Ali Ediz. Engin Yayıncılık)
♦♦
“Şimdi aklıma değişik düşünceler geldikçe hoşuma gidiyor. Örneğin ben 41 yaşımı devirmiştim, kızsa henüz 16’sındaydı. Aramızdaki yaş farkından ileri gelen duygu beni büyülüyordu; bu durum çok tatlı bir şeydi, çok tatlı!” (Uysal Kız, s: 99. Türkçesi: Mehmet Özgül. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları. Dünya Klasikleri)
♦♦
Elena(10 yaşında kız çocuğu) kenidini süzmeye başladı. Üstünü başını inceledi ve birden insanı şaşkınlığa düşüren bir şey yaptı. Görünüşte soğukkanlılığını hiç bozmadan çay fincanını masaya bıraktı, ağır bir hareketle ince entarisinin eteğini iki eliyle kavradı, aşağıdan yukarıya yırtarakikiye ayırdı. Sonra alev saçan gözlerini bana dikti.” (Ezilenler, s: 184)
♦♦
Kızın yaşı kaç ? On iki, on üçü gösteriyor. Ama kavruk değil mi? İşini uydurur. Yerine göre onbir, işine gelinde de on beş der./.../ Elena’yı elinden tutarak batakhaneden çıktık/.../ Sevgi dolu gözleriyle bana baktı. O sabah neşeliydi, bakışları tatlıydı. Hem sokulgan, hem utangaç, hatta ürkek bir hali vardı. Sanki beni üzmekten, sevgimi kaybetmekten ve ağzından bir şey kaçırmaktan korkuyor gibiydi./.../ Bu çocuğa gitgide daha çok ısınıyordum./.../ Nelly tekrar utangaç bir edayla gülümsedi. Kapıyı açımış, eşikte konuşuyorduk. Nelly karşımda durmuş, yere bakarak bir eliyle omzuma tutunuyor, öbürüyle ceketimin kolunu çekiştiriyordu./.../ Yoo... Sır değil... Ben... Siz yokken kitabınızı okumaya başladım./.../ Bunu yavaşça, tatlı, içime işleyen bakışını gözlerime dikerek söyledi, kıpkırmızı kesildi./.../ Yüzüne karşı övülen yazarın utangaçlığını duyuyordum. O anda onu öpmek istiyordum; fakat yakışık almazdı. Nelly bir süre sustu. Sonra, derin bir kederle beni süzerek, Işıldayan, sevgi dolu bakışını yüzüme çevirerek, ürkek ürkek, darılmadım, dedi. Birdenbire elimi kaparak yüzünü göğsüme sakladı, nedense ağlamaya başladı. Bir yandan da gülüyordu. Hem ağlıyor hem de gülüyordu. İçimi tatlı bir duygu kapladı. Nelly bir türlü başını kaldırmak istemiyordu. Ben, yüzünü omzumdan ayırmaya çalışırken o daha çok sokuluyor, daha hızlı gülüyordu. Bu duygusal sahne bitince vedalaştık; acele ediyordum. Nelly, yanakları pembeleşmiş, yıldız gibi parlayan gözleri ve hep o utangaç haliyle arkamdan merdivene kadar koştu, erken dönmemi rica etti. Erken döneceğimi, hatta belki yemeğe yetişebileceğimi söyledim.” (Ezilenler. S:248-250. Türrkçesi: Hasan İlhan. Alter yayınları)
♦♦
Başlangıçta ona pek dikkat etmemiştim, bana gelip giden birçokları gibiydi. Sonraları fark etmeye başladım. İnce yapılı, boyu ortadan uzun, sarışın bir kızcağızdı. ....İşte ilk kez orada kendisine dikkat ettim, hakkında özel ’şeyler düşünmeye başladım. Evet, bende bıraktığı izlenimi bugün olmuş gibi anımsıyorum, yani beni allak bullak eden izlenimi. En başta genç, çok genç olmasıydı. On dördünde bile göstermiyordu, oysa on altısını doldurmasına fazla bir şey kalmamıştı. Gene de asıl önemlisi onun başka bir yönüydü... onun hakkında bazı tasarılar dolaşmaya başlamıştı kafamda. Bu da onunla ilgili üçüncü özel düşüncem oldu....İşte her şey bundan sonra başladı.... kıza doğrudan doğruya evlenme önerisi yapınca şaşkınlığı daha da arttı. Onunla evlenmek benim için büyük bir onurdu. Böyle söyledim ona./.../ .Doğaldır ki, bana evet yanıtını verdi. Şunu da hemen eklemeliyim, evet demeden önce hayli düşündü. O kadar düşündü, o kadar düşündü ki, sonunda ben, “Eh, ne dersiniz?” diye sormak zorunda kaldım. “Eh” sözcüğünü biraz kuvvetli söylemekten kendimi alamamıştım. “Bekleyin, düşünüyorum,“ karşılığını verdi/.../ Yattığım halde uyuyamadım. Kafamın bir yerinde küt küt diye nabzım atıyor. Başımdan geçenlerin hepsini, bütün bu pislikleri kavramak istiyorum. Ah, şu pislik denen şeyler! Onu o vakit pislikten nasıl kurtarmıştım? Kızın bunu anlaması, davranışımı saygıyla karşılaması gerekirdi.” (Uysal Kız., s: 86,87. Türkçesi: Mehmet ÖzgülCumhuriyet Gazetesi Kitapları. Dünya Klasikleri)
♦♦
“Hiç kimseye rastlamadan dar ve uzun koridorda bir hayli dolaştı. Tam yüksek sesle bağırmak üzere iken, karanlık bir köşede, eski bir dolapla kapı arasında canlıya benzer tuhaf bir şey gördü. Mumu yaklaştırarak eğilip baktı; tahta bezi gibi sırılsıklam olmuş entarisi içinde titreyerek ağlamakta olan beş yaşında kadar bir kız çocuğu gördü. Kız, Sividrigaylov’dan korkmamış göründü. Ama ona, iri siyah gözleriyle şaşkm şaşkın bakakaldı. Çok ağlamış, ama artık susmuş, hatta avunmaya yüz tutmuş, ama hemen yine ağlamaya hazır çocuklar gibi, ara sıra içini çeke çeke hıçkırıyordu. Yavrucağın yüzü solgun ve bitkindi. Soğuktan donmuştu. Peki ama “bu çocuk buraya nasıl gelmişti?.. Demek ki buraya gizlenmiş ve bütün gece uyumamıştı.” Onu söyletmeye çalıştı. Kızcağız birden bire canlandı. Kendi çocuk diliyle ona, çabuk çabuk bir şeyler anlatmaya başladı. Kızcağız “annesinden, döveceğinden” “kıydığı” (kırdığı) bir fincandan söz ediyordu. Durmadan anlatıyor, anlatıyordu. Bütün bu söylediklerinden az çok şunları anlamak kabil olmuştu: Onu sevmiyorlardı. Annesi, gece gündüz içen ve kuvvetli bir ihtimalle, bu otelde, aşçılık eden bir kadındı. Kendisini dövüyor, korkutuyordu. Kızcağız annesinin fincanını kırmış, bu yüzden fena halde korkup akşam evden kaçmıştı. Herhalde uzun zaman avluda, yağmur altında bir yerlerde gizlenmiş, en sonunda bir kolayını bulup buraya girmişti. Dolabın arkasına büzülmüş, rutubetten, karanlıktan ve işlediği suçtan ötürü, yiyeceği dayağın korkusundan titreyerek ağlayarak, bütün gecesini bu köşede geçirmişti. Sividrigaylov, onu kollarına alarak odasına götürdü. Yatağının üstüne oturtarak soymaya başladı. Çıplak ayaklarına giydiği tabanları delik kunduracıkları, bütün gece bir su birikintisinde kalmış gibi ıslaktı. Kızı soyduktan sonra yatağa yatırdı. Yorgamyla örterek sımsıkı sarıp sarmaladı. Kızcağız hemen uyudu. Sividrigaylov, bütün bunları bitirince, yeniden karanlık düşüncelere daldı. Birdenbire öfkeli ve hoşa gitmeyen bir duygu ile: “Nereden aklıma esti burnumu sokmak!” diye söylendi. “Ne saçma şey!” Can sıkıntısı ile mumu yakaladı. Her ne pahasına olursa olsun, partal kılıklı adamı arayıp bulmak ve hemen buradan çıkıp gitmek istiyordu. Kapıyı açıp çıkacağı sırada bir küfür savurarak, “eh kızım!” diye söylendi. Sonra uyuyup uyumadığını ve nasıl uyuduğunu anlamak düşünce¬siyle kıza bir defa daha bakmak için geri döndü. Yavaşça yorganı kaldırdı. Yavrucak, derin ve mutlu bir uykuya dal¬mıştı. Yorganın altında vücudu ısınınca, solgun yanaklarım bir kızıllık kaplamıştı. Ama ne tuhaf, kızın yanaklarındaki bu kızıllık bir çocuk yanağında görülen bayağı kızıllıktan sanki daha güçlü daha parlaktı. Sividrigaylov: “Bu bir nöbet kızıllığı olacak!” diye düşündü. Bu adeta şarap içmekten olma bir kızıllıktı. Sanki ona koca bir bardak şarap içirmişlerdi. Kızıl dudakları adeta tutuşmuş gibi alev alev yanıyordu. Bu da ne demekti?.. Kızın uzun siyah kirpiklerinin titrediğini, kımıldadığım, göz kapaklarının hafifçe kalkarak altından, hiçte çocuksu olmayan, kurnaz, çapkın bir bakışın kendisine doğru kaydığını görür gibi oldu. Kız sanki, uyumuyor, uyur gibi yapıyordu. Gerçekten de işin doğrusu bu idi: Dudaklarında bir gülümseme uçuşuyor, uçları titriyor, gül¬memek içinkendini zorladığı anlaşılıyordu. Ama işte artık kendini zorlamaktan vazgeçtiği görüldü: Şimdi artık açık¬tan açığa, gülüyor çocuklukla hiç de ilgisi olmayan bu yüzde, hayasız, küstah bir ışık tutuşuyordu. Bu bir orospu yüzü idi. Bu, Kamelya’nın, Fransız orospularından satılık Kamelya’nın sıyrık yüzü idi. Artık saklayacak hiçbir şeyi kalmadığı için gözleri de açılmıştı. Bu gözler yakıcı hayasız bir bakışla onu süzüyor, çağırıyor, gülüyordu. Bu gülüşte, bu göz¬lerde, çocuğun yüzündeki bütün bu iğrenç şeylerde, bitmez tükenmez bir hayasızlık bir hakaret vardı. Sividrigaylov, büyük bir dehşetle ürpererek: “Nee! diye mırıldandı. Daha beş yaşında bu... Bu nasıl olur yahu?” Ama işte kız, alev alev yana yüzü ile ona doğru dönüyor, kollarını açıyordu... Sividrigaylov, büyük bir dehşet içinde:”Ah, melun!” diye bağırdı ve ona doğru elini kaldırdı... Ama tam bu sırada uyandı. Aynı yatakta, aynı biçimde yorganına, sarınmış bir halde idi. Mum yakılmamıştı. Pencereler artık gün ışığı ile ağarmıştı (II cilt, s:311-313)
♦♦
Susun ve dinleyin. Her şeyden önce benim de bir koşulum var: Sözümü hiç kesmeyeceksiniz, yoksa şaşırabilirim. Uslu uslu dinleyin şimdi. Yaşlı bir ninem var. Annemle babam öldüğü için daha küçücük bir kızken ninem beni yanma almış. Sık sık eski, iyi günlerini andığına göre bir zamanlar varlıklı bir kadınmış. Bana Fransızca öğretti, öğretmen tutup ders aldırdı. On beşime gelince (şimdi on yedisindeyim) derslere son verdik. /.../ Yüreğim doluydu. Konuşmak istiyor, konuşamıyordum./.../ Heyecanımı daha fazla yenemediğim için:Nastenka! Nastenka! diye haykırdım. Bana işkence ediyorsunuz! Yüreğimi parçalıyor, ölüm azabı çektiriyor¬sunuz! Her şeyi içime atamayacağım artık! içimde biriken¬leri konuşmadan edemeyeceğim.Bunları söyledikten sonra yerimden doğruldum. Nastenka elimi eline aldı, yüzüme şaşkın şaşkın bakıyordu. Size ne oldu? dedi en sonunda. Beni dinleyin, Nastenka! Size söyleyeceklerim saç¬ma sapan sözler, aptalca zırvalar olabilir. Böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini bildiğim halde konuşmadan edemeyeceğim. Uğruna acı çektiğiniz kişinin hatırı için söyleyeceklerimi bağışlayın!..Nastenka ağıdı kesti. Yüzüme diktiği şaşkın gözlerin¬de tuhaf bir merak parıltısı vardı.Neymiş o söyleyecekleriniz? Olmayacak bir şey, ama sizi seviyorum Nastenka! İşte hepsi bu kadar! Bakalım bundan sonra benimle eski¬si gibi konuşabilecek, söylediklerimi dinleyecek misiniz? Nastenka sözümü kesti:Ne olmuş ki? Bir şey mi var bunda? Sizin beni sev¬diğinizi çoktandır biliyor, ama böyle derinden değil de, bi¬raz sevdiğinizi sanıyordum... Demek durum bambaşka! Baştan da öyleydi, Nastenka, fakat şimdi, şimdi... Si¬zin ona bohçanızla gittiğiniz zamanki gibiyim ben de. Hatta daha da kötü, Nastenka. Çünkü onun bir sevdiği yoktu, ama sizin var.Neler söylüyorsunuz! Ne demek istediğinizi anlamyorum. Siz niçin böyle, hem de neden birdenbire... Aman Tanrım! Ben de saçmalıyorum. Ama siz...Nastenka büsbütün şaşırmıştı. Yanakları kızararak gözlerini yüzüme çevirdi. Şimdi ne yapayım, Nastenka? Hadi siz söyleyin! Suçlu olduğumu biliyorum. Güveninizi kötüye kullandım. Ama hayır, Nastenka, suçlu değilim ben. içimden bir ses böyle söylüyor, haklı olduğumu hissediyorum. Çünkü sizi hiçbir biçimde gücendiremem, sizi incitemem. Dostu nuzdum, gene de öyleyim. Değişen bir şey yok. Bakın iş¬te, gözyaşlarını akıyor, Nastenka. Bırakın aksın, kimseye bir zararı var mı? Nasıl olsa kurur...Beni kanepeye oturtmaya çalışıyordu.Oturun canım, oturun. Bakın siz şu işe!Hayır, Nastenka, oturmayacağım. Artık burada ka¬lamam... Bundan böyle görmeyeceksiniz beni. Söyleyeceklerimi söyleyeyim, ondan sonra gideceğim. Diyeceğim şu ki, sizi sevdiğimi hiçbir zaman öğrenemeyecektiniz. Gi¬zimi kendime saklayacaktım. Böyle bir anda sizi bencilli-ğimle üzmemem gerekirdi. Ama konuyu siz açtığınıza gö¬re suç benim değil, sizin... Beni yanınızdan kovmaya hak¬kınız yoktu.Kızcağız utanmasını elinden geldiğince gizlemeye ça- lışarak:Kovan kim! dedi. Ben sizi kovmuyorum ki!Demek kovmuyorsunuz? Oysa ben kendim kaçacaktım... Gene de durmayacağım. Yalnız önce içimi dökeyim. Demin ağlayıp sızlıyordunuz, acı acı sitem ediyordunuz. Çünkü... Çünkü (açıkça söyleyeceğim) aşkınızı reddettiler, sizi yüzüstü bıraktılar. Ben buna katlanamazdım, Nastenka!. Yüreğim size karşı öylesine büyük bir sevgiyle doluydu ki, yerimde sakin oturamazdım. Ama sevgimin bir işe yaramadığını görmekle de kahroluyordum. Bu durumda konuşmadan durabilir miyim, Nastenka? Dayanamadım, her şeyi söyledim.Bana acıyorsunuz, Nastenka. Bundan başka söyleyeceğiniz bir şey olabilir mi? Giden gitmiş, olan olmuştur; ağızdan çıkan söz geriye dönmez. Artık her şeyi bildiğinize göre işe buradan başlayalım... Siz demin oturduğunuz yerde ağlarken ben kendi kendime düşünüyordum ki... Evet, ne diyordum. Ha, kendi kendime düşünüyordum ki... Hoş, pek olacak bir şey değil ya... Düşündüm ki, herhan¬gi bir sebep yüzünden onu sevmiyor olabilirsiniz. Bunu dün de bugün de düşündüm Nastenka. Öyleyse ne yapıp yapıp kendimi size sevdirmeliydim. Çünkü beni sevmeye başladığınızı kendi ağzınızla söylemiştiniz, işte söyleyeceklerim aşağı yukarı bunlar. Ha, bir şey daha var: Beni sevmiş olsaydınız şimdi ne yapardık; bir de bunu söyleyecektim. Beni dinleyen dostum -çünkü hâlâ dostumsunuz-, ben basit, yoksul, sıradan bir insanım. Hoş, asıl önemli olan bu değil -şaşırdığım için geveliyorum bu lafları-... Neyse, bırakalım şimdi bunları. Demek istediğim şu ki, tanımadığım bu adamı sevseniz, sevmeye devam etseniz, ben gene de sizi deli gibi sevecek, ama sevgimin size yük olmama¬sı için elimden geleni yapacaktım. Siz ancak yakınınızda, her an sizin için çarpan, minnet dolu, sımsıcak bir yürek olduğunu bilecek; yalnızca bunu anlayacaktınız. Hem öy¬le bir yürek ki... Ah, Nastenka, Nastenka!.. Beni ne durum¬lara soktunuz!..Nastenka kanepeden ayağa fırlayarak:Ağlamayın, ağlamanızı istemiyorum, dedi. Hadi kal¬kıp, biraz yürüyelim. Ağlamayı kesin artık.Mendilini çıkarmış, gözyaşlarımı siliyordu.Gözlerimde budalaca yaşların biriktiğini hissederek isteksiz isteksiz:Hemen hemen bu kadar, dedim. Buluşmamıza birkaç saat kala uyandım, sanki hiç uyuyamamıştım. Bilmi¬yorum bana ne oldu. Gelirken size bunları anlatmak isti¬yordum... Zaman durmuş, o anda içimdeki duygular sonsuzlaşmış gibiydi. O anın sonsuza kadar uzayacağını, yaşamın benim için durduğunu hissediyordum. Gözlerimi açtığım zaman sanki çok eskiden işitip ezberlediğim, sonra da unuttuğum tatlı bir ezgi çalmıyordu kulağımda. Yaşadığım sürece ruhumdan kopmak isteyen ve şimdi fırsat bulan bir ezgi...Çok tuhaf! Nasıl bir şey bu? Bundan hiçbir şey an¬lamadım.Oysa size bu tuhaf duyguyu anlatmayı ne kadar is¬terdim, Nastenka!Yalvaran sesimde zayıf, gizli bir umut seziliyordu. Ah, seni şeytan! Bir andaYeter bırakın şimdi bunları! dedi. O anda da son derece neşeli, afacan bir havaya bürü¬nerek koluma girdi. Durmadan gülüyor, benim de gülmemi istiyordu. Utanarak söylediğim her söze ise çınlayan, uzun bir kahkahayla, yanıt veriyordu... Tam kızmak üzereydim ki, bu kez de cilve yapmaya başladı. Bakın, size ne söyleyeceğim: Bana âşık olmadığınız için biraz üzülüyorum, insanoğlu ne anlaşılmaz yaratık, değil mi? Ama, ey benim başeğmez dostum, saf bir kızım diye beni beğenmediğinizi söyleyemezsiniz. Çünkü size her şeyi, aklımdan geçen en saçma düşünceleri bile anlatıyorum. (Beyaz Geceler, s: 68 Türkçesi: Mehmet Özgül. Cumhuriyet Gazetesi Kitapları. Dünya Klasikleri)
♦♦
Kocasına, çocuklarına, toplumun ahlak anlayışına aşırı bağlı bir hanımefendiyi, bir seferinde, nasıl baştan çıkardığımı hatırladıkça, gülmekten kendimi alamam. Bu ne kadar eğlenceli ve zahmetsizce olmuş tu! Ama bu hanımefendi, gerçekten de kendine göre namuslu idi. Ona karşı uyguladığım taktik, fazilet ve namusluluğu karşısında düpedüz şaşkına dönmüş , hayran kalmış görünmekten ibarettir. Onu büyük bir yüzsüzlükle övüyor! göklere çıkarmıyordum. Mesela, onun, şöyle, elini sıkma fırsatım bulsam, hatta bir bakışını elde etsem, istemediği halde bunu ondan zorla kopardığımı, şirretlik ve edepsizlil göstermeseydim kadının direnmesi karşısında bunu asla elde edemeyeceğimi, saflığından ötürü tuzağa düşürüldüğünü, istemeyerek buna razı olduğunu vb... söyleyerek kendi kendimi azarlıyordum. Sözün kısası ben muradıma ermiştim. Bizim hanımefendi ise, masum ve namuslu olduğuna, payına düşen bütün borç ve ödevleri yaptığına tamamıyla inanmıştı. Oysa hiç farkında olmadan mahvolmuştu. Enin¬de sonunda onun da benim gibi zevk peşinde koştuğunu sa¬mimi olarak söylediğim zaman ne kadar da öfkelenip küplere binmişti! /.../ Aynı sonucun Avdotya Romanovna üzerinde de elde edilmeye başlandığını söylersem, darılmazsınız sanırım. Ama, kendi budalalığım ve sabırsızlığım yüzünden her şeyi berbat ettim. Avdot¬ya Romanovna’nın bundan önce de birkaç sefer bakışlarımdan (hele bir seferinde özellikle) hiç hoşlanmadığına bilmem inanır mısınız? Kısacası gözlerimde şiddet ve hayasızlığı gittikçe artan bir pırıltı tutuşuyor ve bu, Avdotya Romanovna’yı korkutuyordu. Bu pırıltı nihayet onu tiksindirmeye başladı.... Böyle bir tutku fırtınasına yakalanabileceğimi hiç mi hiç tasavvur etmemiştim.”(Suç ve Ceza, cilt II, s:270. Türkçesi: Hasan Ali Ediz. Engin Yayıncılık)
♦♦
Rodyon Romanoviç, hayatınızda bir sefere olsun kırkardeşinizin gözlerinin bazen nasıl tutşabildiklerini görseydiziniz! Koca bir bardak şarabı dikip şimdi sarhoş olduğuma bakmayınız! Size söylediklerimin hepsi doğrudur. Sizi temin ederim ki, bu bakışlar rüyalarıma bile giriyordu. Nihayet artık onun etek hışırtısına bile dayanamaz olmuştum. Doğrusu sara illetine tutulacağından korkuyodum.” (Suç ve Ceza, Cilt- II, s:271)
♦♦
Dul kalan Varvara Petrovna yas içindeydi. Böyle olmakla birlikte kocasının bu ani ölümü, onda büyük bir sarsıntıya neden oldu, kadın, dünyadan büsbütün elini eteğini çekti. /.../ Her akşam iki dost, bahçede buluşuyor, ortalık kararıncaya kadar kameriyede oturup duygularını, düşün¬celerini birbirlerine açıyorlardı. Birkaç akşam böyle geçti. Ansızın Stepan Trofimo-viç’in aklına tuhaf bir düşünce geldi: ‘Sakın bu teselli arayan ka¬dının bende gözü olmasın? Yas zamanı geçince benden bir ev¬lenme önerisi mi bekliyor ne?’ Hayasızca bir düşünce ama, insa¬nın, kültürü arttıkça bu cinsten düşüncelere daha çok eğilir. Ze¬kâ geliştikçe düşünceler çeşitlenmeye başlar. Bu olasılık kafa¬sında giderek yer etti, ‘olur mu olur...’ diye düşünmeye başladı./.../ Stepan Trofimoviç, günden güne tereddü- te düşüyor, bir karar veremediği için derin bir sıkıntıya kapılıyordu. Dahası bu kararsızlık yüzünden bir iki kez ağladı (oldukça sık ağlardı). Bir gün karanlık basarken, canlı, tatlı bir söyleşiden son¬ra, heyecanla birbirlerinin elini sıkarak, Stepan Trofimoviç’in oturduğu barakanın kapısında birbirlerinden ayrıldılar. Her yaz Stepan Trofimoviç gerekli eşyasını alıp bahçe içindeki bu küçük yapıya geçerdi. Zihnini kurcalayan türlü düşünceler içinde eve girdi, eline aldığı puroyla açık pencerenin yanına gitti, kımıltısız durdu, yorgundu, gökyüzünde parlak ayın çevresinden kayıp ge¬çen tüy kadar hafif bulutları seyre daldığı bir sırada ansızın duy¬duğu hafif bir hışırtıyla titredi, başını çevirdi. Karşısında Vaıvara Petrovna’yı gördü. Birbirlerinden ayrılalı beş dakika olmamıştı. Kadının sarı yüzü morarmıştı, kısılı dudaklarının kenarları titri¬yordu. Belki on saniye hiç konuşmadan dik dik Stepan Trofimoviç’e baktı. Bakışları sert, acımasızdı. Sonra çabuk çabuk mırıldandı:
“Bunu yaptığınız için sizi hiç affetmeyeceğim.”
Aradan on yıl geçince, Stepan Trofimoviç, kapıyı sımsıkı ka¬padıktan sonra, fısıltıyla bu dokunaklı öyküyü bana anlattı ve o anda şaşkınlıktan olduğu yerde donup kaldığını yemin ederek ekledi. O denli şaşırmıştı ki, Varvara Petrovna’nın odadan çıkıp gidişinin bile farkında olmamıştı. Daha sonra Varvara Petrovna bu olayı hiçbir zaman ima bile etmediği için
Stepan Trofimoviç’in hastalıktan önce bir düş görmüş olduğuna inanası geliyordu, çünkü hemen o akşam hasta düşmüş, tam iki hafta yatakta yatmış, bu yüzden bahçe söyleşileri de sona ermişti. Bunun bir düş olması olasılığına karşın, bütün ömrünce her gün bunun devamını, yani bu olayın çözülmesini isteyip durmuştu. Bunun böylece sona ermiş olmasına İnanmıyordu! “( Ecinniler, s: 16-17.)
♦♦
(Sividrigaylov) Kalktı, arkası pencereye dönük olarak yatağın kenarına oturdu. “İyisi mi, hiç uyumamak! kararını verdi. Ama pencereden ıslak bir soğuk geliyordu. Yerinden kalkmadı yorganı sırtına çekti ve sarındı. Mumu yakmadı. Hiçbir şey düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Ama, hülyalar birbirini kovalıyor, birbiriyle bağlantısı olmayan başsız ve son¬suz düşünce kınntılan parlayıp sönüyordu. Yan uykulu hale düşer gibi oluyordu. Soğuk mu karanlık mı, ıslaklık!! mı, yoksa pencerenin altında uluyan ve ağaçlan sallayan rüzgâr mi, onda, sürekli bir fantastik eğilim ve içinde bir istek uyanmasına neden oluyordu? Nedense gözlerinin önü¬ne hep çiçekler geliyordu. Hayalinde muhteşem bir manza¬ra canlanmıştı. Pırıl pınl, güneşli, adeta sıcak bir gün, bir Paskalya günü. Kokulu çiçek tarhları arasında dört yanı pa¬tika ile çevrili, İngiliz zevkine göre yapılmış, güzel, zengin bir villa!.. Taş merdivenleri sarmaşıklarla kaplı. Merdiven tırabzanlan sarmaşık güllerinden görünmez olmuştu. Nefis bir hah ile döşenmiş ışıklı, serin merdivenlerin kenarında, içleri nadir çiçeklerle dolu Çin saksıları sıralanmıştı. Pencere içlerinde, su dolu saksılarla, açık yeşil, uzun ve dolgun sapları üzerine başlarım eğmiş, etrafa baş döndürücü koku¬larım saçan beyaz, nazlı nergis demetleri aynca dikkatiniçekti. Canı, bunlardan ayrılmak bile istemiyordu. Ama, merdivenden çıkarak, yüksek tavanlı geniş bir salona girdi Burada da, her yerde, pencerelerde, terasa açılan kapının yanında, terasın kendinde, her yerde ve her yanda çiçekler vardı. Döşeme, yeni biçilmiş, taze ve kokulu çimenlerle ör¬tülü idi. Pencereler açıktı. Tatlı, serin bir rüzgar hafif hafif esiyor, pencerelerin altında kuşlar cıvıldaşıyordu.” (Suç ve Ceza, cilt II, s:310 )
♦♦
(Raskolnikov,) “Şimdi kafası yalnız üzüntülü, pek de belirli ol¬mayan bir düşünceyle meşguldü. Durduğu yerden, uzun uzun, dikkatle uzaklan seyretti Raskolnikov, burasını iyi bi¬lirdi. Eskiden üniversiteye gittiği sıralarda, bir alışkanlıkla, daha çok evine dönerken, tam şimdi durduğu yerde, belki yüzlerce kez durduğu, gerçekten çok güzel olan bu panoramayı seyrettiği, her seferinde de içinde uyanan belirsiz, anlaşılması güç bir duyguyla sanki şaşkına döndüğü olmuştur. Bu çok güzel panorama onda daima anlatılması elde olmayan soğuk bir izlenim bırakıyordu. Bu zengin panorama onca dilsiz ve sağırdı. Her seferinde bu panoramanın kendisinde bıraktığı kasvetli, esrarlı izlenime şaşar, kendisine ve geleceğine inancı olmadığı için bu konuyu çözümlemeyi ertelerdi. Şimdi ise, birdenbire, hem o eski sorunları, hem de duyduğu şaşkınlığı apaçık bir biçimde hatırladı ve bu hatırlayış ona pek de rastgele görünmedi. Sanki, şimdi de, yine eskiden olduğu gibi düşünebileceğini akıl etmiş gibi, sadece ve aynı yerde, yine eskisi gibi durması bile ona garip ve tuhaf göründü. Buna, hem gülecek gibi oluyor, hem de kalbi burkuluyordu. Şimdi ona bütün o eski geçmiş, o eski düşünceler, eski ödevler, eski konular, eski izlenimler ve bütün panorama, hatta kendisi bile, her şey dipsiz derinliklerde, aşağıda, ayaklarının altında bir yerdeymiş gibi geliyordu. Adeta yükseklere çıkmışçasına her şey gözerinden kaybol-muştu. ...Ona öyle geldi ki, şu dakikada, her şeyle ve herkesle olan ilgisini makasla kesmiş gibiydi.” (Suç ve Ceza, I. cilt, s:174.)

DÜŞÜNCELER FIRTINASI YAŞAMAK
(Hezeyanlar)
(Raskolnikov) “Boyuna birtakım kuruntulara dalıyordu. Bu kuruntular da hep tuhaf tuhaf şeylerdi: en çok, A
frika’da, Mısır’da çölde bir vahada olduğunu düşlüyordu. Bir kervan mola vermiş, develer sessizce yatıyordu, etraf baştan başa palmiye ağaçlarıyla çevrili idi. Herkes yemek yiyor. Raskolnikov ise boyuna su içiyor, hem de, oracıkta, yanı başında şırıl şırıl akan bir ırmaktan içiyordu. Renk renk çakılların arasından, pırıl pırıl tertemiz, yaldızlı kumlarm üstünden akan buz gibi mavi sular, öylesine serin, öylesine güzeldi ki..”(Suç ve Ceza, I. Cilt, s:115.)

♦♦
(Raskolnikov) Ne mi yapmalı? Ne gerekiyorsa kesin olarak her şeyi kesip atacaksın. İşte hepsi bu kadar! Tabii acılara da göğüs gereceksin! Ne? Hâlâ anlamadın mı? Daha sonra anlarsın! İnsana her şeyden önce özgürlük ve güç gerektir. Özellikle güç! Bütün titreyen yaratıkların, bütün karınca yuvalarınn üzerinde bir egemenlik kurmak gerek. İşte hedef ! Bunu hatırla! Benim sana gider ayak öğüdüm budur! (Suç ve Ceza, II.cilt, s:73)
♦♦
Delikanlı(Raskolnikov), iç konuşmasının bu noktasında: "Eh, ben bir estetik böcekten başka bir şey değilim" dedi ve deli gibi gülmeye koyuldu. Sonra, bu düşünceye, başkasının felaketine sevinenlerin o hain sevinci ile saplanarak, onu didik didik etmeye, onunla oynaşmaya, ondan avuntu ummaya başla¬dı: "Ben gerçekten de bir böceğim. Yalnız şunun için bir böceğim: Çünkü ilkin şimdi, bir böcek olduğum düşüncesi içe¬rinde durduğum için, bir böceğim. İkincisi: bütün bir ay maksadımın güya ne kişisel bir çıkar, ne de bir zevk oldu¬ğunu, bu işi sadece büyük ve parlak bir amaca erişmek için yaptığıma o büyük varlığı rahatsız ederek şahit tuttu¬ğum için bir böceğim. Hah, hah, hah!.. Üçüncüsü, hareketin yapılışında ölçü, sınır ve aritmetik bakımından mümkün olan adalet prensiplerine uymayı esas o larak kabul etmiştim. Böceklerden en yararsızım seçmiş, onu öldürdükten sonra da malından, ancak ilk adımı atmak için bana gerek¬li olacak kadarmı, ne fazla ne eksik, almayı tasarlamıştım. (Geriye kalanı da demek oluyor ki, dini vasiyeti gereğince manastıra verilecekti hah, hah, hah!.. ) çünkü, çünkü, çünkü ben, kesin olarak bir böceğim." Dişlerini gıcırdatarak devam ediyordu: "Çünkü ben, belki de öldürülen böcekten daha iğrenç, daha kötü bir böceğim. Çünkü cinayeti işledik¬ten sonra kendime bunu söyleyeceğimi önceden sezinlemiş tim. Acaba dünyada bu korku ile ölçülecek başka bir şey var mıdır? Ah, ne adilik! Ah, ne alçaklık! Ah, atının üstünde palasını sallayan "Peygamber"i şimdi ne iyi anlıyorum: Allah böyle emretti, ey tiril tiril "titreyen" yaratık, boyun eğ! Bataryasını sokağın genişlemesine yerleştirip, açıklama yapmayı bile gerekli görmeden iyilere de, kötülere de ateş eden "peygamber"in bence yerden göğe kadar hakkı var. Boyun eğ, tiril tiril titreyen" yaratık ve sakın bir şey isteme, çünkü sen böyle şeylere karışamazsın! Ah, şu melun kocakarıyı asla asla  affetmeyeceğim!"Kendini kaybetti. (Suç ve Ceza, s: 389-390)
♦♦
Adam dalgındır, düşünmektedir... Onun ne düşündüğünü sanırsınız? Akşam yemeğini mi? Geceyi nasıl geçireceğini mi? Bakmakta olduğu bir şeyi mi? Bir beyefendinin, güzel atların çektiği pırıl pırıl arabası içinde önünden geçen bir bayana hoş bir biçimde selam verişini mi?.. Hayır, Nastenka, onun böyle şeylerle ilgisi olamaz. O şimdi kendi iş yaşamıyla dopdoludur; sönen güneşin son ışıklarının neşeyle parla¬yışı boşuna değildir, bu ışıklardan ısınan yüreğinde binlerce duygu uyanarak ruhu alabildiğine zenginleşmiştir. Kah¬ramanımız, üzerinde yürüdüğü yolun daha önce en ufak gi¬rintisi çıkıntısıyla ilgilenirken, şimdi nerdeyse bu yolun ken¬disinin bile farkında değildir.

Hayal tanrıçası” becerikli elleriyle altın kasnaklı gergefini hazırlamış (sevgili Nastenka, saflinny Jukovskj’yi okumuşsunuzdur); şimdi de peri masallarının akıl almaz dünyasının nakışlarını işlemektedir.Kimbilir belki de kahramanımız hayal tanrıçasının hünerli elleriyle yedi kat göğe yükselmiş, billûrdan yolların granit yaya kaldırımlarından evine doğra yürümektedir.(Dosyoyevski, burada Miraç (göğe ağma)’a gönderme mi yapıyor, acaba!?(Bohun)S.T) İsterseniz onu durduran; nerede bulunduğunu, hangi yöne gittiğini sorun. Size ne bulunduğu yeri, ne de gittiği yönü söyleyebilecektir; yapacağı tek şey utancından yüzü kızararak durumu kurtarmak için bir yalan uydunnaktır. İşte, yolunu şaşıran, saygıdeğer, yaşlı bir kadın onu yaya kaldırımının tam ortasında durdurarak yolu sorduğu zaman, onun birdenbire irkilerek korkuyla çevresine bakınması, bağırmamak için kendini zor tutması bundan ileri gelir. Kahramanımız, canı sıkılarak, suratı bir karış, yoluna devam eder. O sırada birçok kimse ona bakarak gülümsüyor, arkasından laf atıyordur; çiğnenmemek için kahramanımızın önünden kaçan küçük bir kız çocuğu da onun dalgın gülümseyişine şaşkın şaşkın bakarak edepsizce gülmüştür. Oysa bizimki bunların pek farkında değildir. Aynı hayal perisi yaramazlık olsun diye yoldaki yaşlı kadını, meraklı yayaları, küçük kız çocuğunu (kahramanımız o sırada oradan geçmişse) Fontanka’daki dizi dizi mavnaların üzerinde uyuyan köylüleri de -sineklerin örümcek ağına düşüşü gibi- işlemiştir gergefine. Garip adam hepsini içine akıtarak kulübesine girmiş, sofraya oturmuş, yemeğini yiyip bitirmiştir; asık suratlı, kederli bir kadın olan hizmetçisi Matriyona sofrayı toplayıp ona piposunu verdiği zaman ancak yeni yeni kendine gelerek yemeğini bitirdiğini anımsar, bunca şeyi nasıl yaptığına şaşar kalır. Odası karanlıklara gömülmüştür; ruhunda boşluk, hüzün vardır. Başının içinde fırıl fırıl dönen hayal dünyası gürültüsüz patırtısız yıkılmış, geride tek iz bırakmadan düş gibi uçup gitmiştir; artık o neyi hayal ettiğini bile anımsamaz. Ama ağırdan ağıra içini sızlatan bir duygu, yüreğini hopla¬tan bir istek hayal gücünü gıcıklayıp kamçılarken belli belirsiz bir yığın başka hayali çağırır peşinden. Ufacık odasında sessizlik hüküm sümektedir; yalnızlık, uyuşukluk hayal gücünü okşar. Mutfakta kahve pişiren ihtiyar Matriyona’mn cezvesindeki su gibi hayaller de yavaş yavaş kaynaşmaya, harekete geçmeye başlar. Bu kaynaşma gittikçe hızlanır, hayalcimizin gelişigüzel eline aldığı kitap daha üçüncü sayfaya varmadan yere düşer. İşte hayal dünyası yeniden canlanıp kurulmuştur. Yeni bir dünya. Baş döndürücü yeni bir ya-şam göz kamaştırıcı renkleriyle önünde alabildiğine uzanmaktadır. Hayaller ona mutluluk yollarını açar. Çeşnisi değişik, aldatıcı, tatlı bir zehir! Artık onun bizim gerçek ya¬şantımızla işi yoktur! Her şeyi tersinden gören gözlerinde sizinle ben tembel, uyuşuk, bezgin bir yaşam sürmekteyizdir, ona göre hepimiz alın yazımıza küskün yaşamayı yük sayan insanlarız. Gerçekten de öyle, ilk bakışta birbirimize dargınmışız gibi soğuk, asık suratlı durmuyor muyuz, Nastenka? “Zavallılar” diye düşünür hayalci bizi görünce. Ama bir de onun önünde en canlı, en göz alıcı, en büyüleyici renklerle, sınırsız bir tablo halinde açılan engin düş evreni¬ne bakın! Doğal olarak en ön planda da hayalcimizin kendisi yer almaktadır. Çeşit çeşit serüvenler, uçsuz bucaksız, sürükleyici hülyalar peşi peşine gelir. Onun neler kurduğuna gelince... Bu da düşünülecek şey mi?.. Her şey vardır onun hayallerinde... İlkin tanınmamış, sonra da şöhretin tacını giymiş bir ozan olmakla işe başlar. Hoffman ’la arkadaşlığı, Bartelemi gecesi, Diana Veman, İvan Vasilyeviç’in Kazan kentini alırken gösterdiği kahramanlık gelir bunun pe¬şinden. Ondan sonra da Klara Moübray Evfiya Dense, Jean Huss’un papazlar meclisinde sorguya çekilişi, Robert’te ölülerin dirilmesi. (Müziğini anımsar mısınız? Sanki mezarlık kokusu gelir burnunuza.) Minna ile Brande Brezina Savaşı, Danton, Kleopatra ve aşkları, Kolumna’da küçük bir ev -bu ev kendinindir- ve içinde de, benim sevgili meleğim, tıpkı sizin gibi ağzını açarak kış geceleri hayalcimizi merakla dinleyen sevimli bir yaratık...(Beyaz Geceler, s:34)
Söyler misiniz, Nastenka
böyle anlarda neden bu hayalcinin içi içine sığmıyor? Hangi güç, hangi gizli güç, nab¬zını hızlandırıp gözlerinden yaşlar akıtıyor? Niçin solgun yüzü, ıslak yanakları cayır cayır yanarken, bütün benliğini coşkun bir sevinç kaplıyor? Neden tükenmez bir sevinç ve mutluluk içinde geçen uykusuz geceler ona bir an kadar kısa geliyor? Pencereleri şafağın pembe ışıklarıyla kızaran iç karartıcı odasında, kahramanımız, geçirdiği coşkulu saatlerden sonra yorgun, hasta olarak kendini güçlükle yatağına atar. Gözlerini kaparken içini ezen derin bir haz duymaktadır. Petersburg sabahlarına özgü aldatıcı bir hayal ışığı aydınlatmaya başlamıştır içerisini.
Öyledir, Nastenka! Dışardan bakınca aldanır,
hayalcimizin benliğini saran tutkunun gerçek olduğuna inanmaya başlarsınız. Bu temelsiz hayallerde gözle görülür, elle tutular şeylerin olmadığına inanmak pek de kolay değildir. Oysa hepsi yalandır!.. Hem de ne yalan, Nastenka, ne ya¬lan!.. Diyelim âşık olmuştur; sevginin bütün coşkusunu, bıktırıcı üzüntülerini la içinde duymaktadır... Şunun yüzü¬nü döndürüp dikkatlice bir bakın! Çılgınca hayallerinde âşık olduğu sevgilisinin yüzünü bile görmediği kimin aklına gelir, Nastenka? Onun sevgilisini yalnızca baş döndürücü hayallerinde, bir de düşlerinde gördüğünü siz olsanız düşünebilir misiniz? Bütün dünyaya boş verip bunca yıl ele ele, gönül gönüle yaşadıkları yalan olabilir mi? Geç vakit, ayrılma saati gelince kapalı, fırtınalı havaya, gözyaşlarını siyah kirpiklerinden kapıp uçuran rüzgâra aldırmadan sevgilisinin göğsüne kapanıp hüngür hüngür ağlayan kadın kimdir öyleyse? Birbirlerine güvenerek, birbirlerini isteyerek, “bunca yıl ta derinden” severek baş başa gezmeye çıktıkları, terk edilmiş, ıssız, yıkıntılarla dolu yabani, hü¬zünlü bahçe; yosunla kaplı bahçe yolları hayal miydi? Ya o dedelerden kalma garip ev? Sevgilisi burada suratsız, yaş¬lı kocasıyla içine kapanık, üzüntü dolu bir hayat sürüyordu. Aşklarını birbirlerinden bile gizleyen sevgililerin bu az konuşan, hırçın adamdan ödleri kopardı. Oysa bunca üzüntüye, korkuya karşın çok temiz, günahsız bir aşkları vardı. Ama insanlar kötü düşünürler, Nastenka! (Hep öyledir ya.) Sonra, yurdundan uzaklarda, öğle sıcağından kavrulan yabancı bir göğün altında, sonsuz güzelliklerle dolu bir kentte, parlak bir saray balosunda (saraysız da hiç olmaz) sevgilisine rastlar. Bol ışıkla aydınlatılmış, defne dallarının sardığı balkonda sevgilisi onu tanıyarak yüzündeki balo maskesini atar; heyecandan titreyen sesiyle, “Artık özgürüm...” diye fısıldar. Birbirine sarılan sevgililer aşklarının Bitmez tükenmez sandığınız hayallesinirlerin sürek¬li gerginliği sonucu yavaş yavaş ölgünleşmeye, tükenme¬ye yüz tutar. Çünkü başka bir yaşantınız olmadığı için, eski ülkülerinizden, eski hayal kırıntılarınızdan büyük bir çaba sonunda yapıp çattığınız hayal dünyanız kırılıp dökülmeye hazırdır. Oysa canımız bambaşka şeyler çeker. Hayalci, boşu boşuna külleri karıştırarak köz arar gibi, soğu¬yan yüreğini ısıtacak ateşi yakmak için eski hayalleri arasında bir kıvılcım arar. Yakacağı ateş kanını tutuşturacak; kurduğu aldatıcı renkli evrende yeniden kendini bularak, gözlerinden yaş getiren zevki tadacaktır.Gene kendime dönecek olsam, hayal kurmayı nerelere vardırdığımı bilemezsiniz, Nastenka. Aslı astarı olmadığı halde, ruhumu okşadığı için anımsamayı sevdiğim şeylerin eski duygularımın -kısır, saçma hayallerimin- yıldönümlerini kutluyorum artık. Hayalini kuracağım bir olayı yaşamadığıma göre, saçma hayallerin hayalini yaşamak kalıyor geriye! Geçmişte bir zamanlar kendi kendime mutlulduğum yerleri unutmuyor, zaman zaman bu yerleri gezmekten hoşlanıyorum. Onun için yaşadığım ana geçmiş günlerin tadını katmak isteğiyle kentin cadde ve sokaklarında bir gölge gibi üzgün, kederli, aylak aylak dolaşıyorum. O sırada, neler neler gelmiyor aklıma! Örneğin, bir yere varıyorum; tam bir yıl önce aynı saatte, gene üzgün dolaştığımı anımsıyorum. Eski hayallerimin hiç de iç açıcı olmadığını bildiğim halde, yakama yapışan karamsar düşüncelerden bunaldığım için, eskiden daha iyi, daha huzurlu olduğumu; o anda gece gündüz rahatımı kaçıran iç sızıla-rının, beni acıdan kıvrandıran kötümserliğin eskiden baş¬ka türlü olduğunu düşünüyorum. Arada bir kendime “Ha¬yallerin nerede?” diye sorarım. Ama başımı sallayıp, “Yıl¬lar ne çabuk geçiyor!” demekten başka çarem olmaz. Bu kez başka sorular gelir aklıma: “Peki, yıllarını ne yaptın? Hayatının en iyi yıllarını nereye gömdün?.. Yaşadın mı, yoksa yaşadığını mı sanıyorsun?” İçimden bir ses yükselir: “Bak çevrende her şey nasıl gittikçe soğuyor? Birkaç yıl da¬ha geçsin, koyu bir yalnızlıkla birlikte bastonuna dayanmış, titreyen bir yaşlılıkla karşı karşıya geleceksin. Ondan sonra da umutsuzluk, keder, bezginlik... Bir gün gelip hayal dünyam yerle bir olacak, hayallerim sarı yapraklar gibi bir bir dökülecek...” Ah, Nastenka! O. zaman hem yalnız, yapayalnız kaldığım, hem de acınacak bir şeyim olmadığı için dövüneceğim. Çünkü yitirdiklerimin hepsi kocaman bir sıfır değerindeki hayallerden başkası olmayacak!” ( Beyaz Geceler, s:33-42)
♦♦
Gözleri hummalı bir ateşle yanıyordu. Adeta sayıklamaya başlamıştı. Dudaklarında üzgün bir gülümseme dolaşıyordu. Heyecanlı ruh halinin arasından korkunç bir bitkinlik beliriyordu. Sonya onun ne kadar acı çektiğini anlamıştı. Kızın da başı dönmeye başladı... Delikanlı hem tuhaf konuşuyordu, hem de söyledikleri, galiba anlaşılır şeylerdi. Ama... "Ama nasıl olur!.. Nasıl olur!.. Ah, yarabbi!" Sonya aklından bunları geçiriyor ve umutsuzluk içinde ellerini ovuşturuyordu. Düşüncelerindeki ani değişiklik kendisini şaşırtmış ve yeniden heyecanlandırmış gibi, Raskolnikov birdenbire başını kaldırarak tekrar söze başladı:Hayır, Sonya, bu o şey değil!.. İyisi mi... Tut ki (Evet gerçekten de böylesi daha iyi). Tut ki, ben, bencil, kıskanç, kötü yürekli, aşağılık, öç alıcı ve... Belki de biraz deliliğe yatkın bir adamım. (Varsın hepsi birden olsun!.. Deliliğin lafını eskiden etmişlerdi. Bunun farkındayım.) Demin sana, parasızlık yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kaldığı¬mı söylemiştim. Ama, biliyor musun ki, isteseydim belki de ayrılmayabilirdim? Üniversitede okumam için gereken parayı annem gönderebilirdi. Üstüme, başıma, yiyeceğime gelince, çalışarak bunları kendim de sağlayabilirdim herhal¬de. Dersler oluyordu: Ders başına elli kapik teklif ediyorlardı. Razumihin çalışıyor ya! Ben kızdım, çalışmak isteme-ilim. Gerçekten de öfkelenmiştim (bu kelime tam yerinde!) Ben o zaman bir örümcek gibi köşeme çekilmiştim. Sahi, sen benim hücreme gelmiş görmüştün!.. Alçak tavan- y hırın, daracık odaların insanın ruhunu, yüreğini sıktığını bilil misin?.. Ah, o hücreden öylesine tiksiniyordum ki! Ama yine de oradan bir türlü dışarı çıkmak istemiyordum. Mahsus çıkmak istemiyordum. Günlerce dışarı çıkmıyor, ne çalışmak, hatta ne de yemek istiyordum, boyuna yatıyordum. Nastasya bir şey getirirse, yiyordum, getirmezse yemeden, öylece günüm geçiyordu. Mahsus, öfkemden bir şey istemi¬yordum. Geceleri ışığım yoktu, karanlıkta yatıyordum. Çalışıp bir mum almak istemiyordum. Okumam gerekti, bense kitaplarımı satmıştım. Masanın üzerindeki defterlerimin, notlarımın üstünde şu anda bile bir parmak toz var. Sırtüstü yatıp düşünmeyi, her şeyden çok seviyordum. Boyuna dii: .şünüyordum. Sonya, düşler de görüyordum, tuhaf tuhaf düşler... Bunların ne biçim düşler olduğunu söylemek gereksiz. İşte o sıralarda, bir şeyler kurmaya başladım... Hayır, öyle değil... Yine öyle anlatamıyorum! Biliyor musun: O zaman ben boyuna kendi kendime şunu soruyordum: ben niçin böyle budalayım? Madem ki, başkaları aptal, ben de onların aptal olduğunu kesin olarak biliyorum, niçin onlardan akıllı olmak istemiyorum? Sonra, şunu anladım ki, Sonya, herkesin akıllı olmasını beklemeye kalkarsam bu çok uzun sürecek... Sonra, şunu da anladım ki, böyle bir şey hiç bir zaman olmayacak, insanlar değişmeyecek... Onları değiştirecek kimse yoktur... Bunun için yorulmaya değmez! Ya, işte bu böyle! Şimdi biliyorum ki, Sonya, akılca, ruhca daha güçlü, daha sağlam olan herkes başkalarına buyurur! (Bu,Yunan filozofu Aristoteles (Ö 384-322)’in sözüdür) Daha yürekli, daha atak olan haklı çıkar... Umursamamak¬ta en ileri gidenler kanun yapıcı olurlar. Herkesten daha atak olan, herkesten daha haklıdır! Bugüne kadar böyle gelmiş, bundan sonra da hep, böyle gidecektir! Bunu ancak körler göremez! Raskolnikov, bunları söylerken gerçi Sonya’ya bakıyor¬du ama, artık anlayıp anlamadığını pek de önemsemiyor¬du. Bütün vücudu sıtma nöbeti içindeydi. Karanlık bir coş¬kunluk içinde çırpmıyordu. (Gerçekten de o, uzun zaman¬dan beri kimse ile konuşmamıştı.) Sonya, bu karanlık inan¬cın onda, bir din, bir kanun haline geldiğini anlamıştı.
Raskolnikov, heyecanla sözüne devam etti: “O zaman anladım ki, Sonya, iktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.
İş cesaret etmekten ibaretti. Bütün mesele yalnız bu idi. O zaman kafamda, hayatımda ilk defa, o güne,kadar hiç kimsenin hiçbir zaman akıl erdiremediği bir düşünce doğdu. Evet, hiç kimsenin!.. Birdenbire gün gibi açık olarak anladım ki, bütün bu saçmalıkların yanından geçerken şimdiye kadar hiç kimse onları şöylece kuyruğundan tutup cehenneme fırlatmak cesaretini göstermemiştir, gösteremiyor! Ben... Ben cesaret göstermek istedim ve öldürdüm. Ben sadece cesaret göstermek istedim. Sonya, işte bütün sebep bundan ibaret! /.../ Sus, Sonya, sus! Ben her şeyi biliyorum. O zamanlar, sırtüstü karanlıkta yattığım sıralarda bütün bunları bir bir düşündüm, kendi kendime mırıldandım... En küçük noktasına kadar her şeyi kendi kendimle tartıştım. Her şeyi, her şeyi biliyorum. Bütün o gevezelikler o zaman bana öylesi¬ne usanç vermişti ki! Her şeyi unutarak yeni bir hayata başlamak, bu gevezelikleri kesmek istiyordum, Sonya! Be¬nim, hiç düşünmeden, bir aptal gibi, bastığım yeri görme¬den oraya gittiğimi mi sanıyorsun, Sonya? Ben oraya aklı başında bir insan olarak gittim. Beni mahveden de işte bu oldu ya! İktidara geçmeye hakkım olup olmadığını, kendi kendime sorup soruşturmaya başladıysam, demek ki iktidara geçmeye hakkım yokmuş! Mesela, hiç olmazsa bu nok¬tayı bilmediğimi nasıl düşünebiliyorsun? Ya da insan bir bit midir? Sorusunu sorarsam demek ki insan benim için bir bit değildir. Belki aklına böyle ‘bir soru gelmeyen, soru fa¬lan sormadan doğrudan doğruya giden birisi için bir bittir. Napoléon gider mi idi, yoksa gitmez mi idi diye günlerce kafa patlattığıma göre, kendimin bir Napoléon olmadığımı açıkça hissetmiş sayılırım... Bütün bu gevezeliklerin acısına katlandım, Sonya ve bütün bunları omzumdan silkip atmak istedim: Akla, vicdana danışmadan kendim için, sadece kendim için öldürmek istedim. Bu konuda kendime yalan söylemek istemedim. Anneme yardım etmek için öldürmedim. Boş laf! Maddi imkânlara ve iktidara sahip olmak, insanlığa hizmet etmek için de öldürmedim. Laf! Ben düpedüz öldürdüm; kendim için, salt kendim için öldürdüm. Ha insanlığa iyilik eden biri olmuşum, ha bir örümcek gibi bütün ömrümce kurbanlarımı ağıma düşürerek onların hayat özsuyunu emmişim, herhalde o anda benim için bunun hiçbir farkı yoktu. Sonra beni cinayete sürükleyen başlıca sebep para da değildi, Sonya. Paraya olan ihtiyacım başka şeylere olan ihtiyacımdan çok değildi. Bütün bunları ben şimdi anlıyorum. Anla beni: Yeni baştan bu yollardan geç-mem gerekse, herhalde bu cinayeti tekrarlamazdım. O zaman, bir başka şey öğrenmek zorunda idim, kolumu idare eden başka şeylerdi: Herkes gibi ben de bir bit mi idim, yoksa bir insan mı?.. O zamanlar bunu öğrenmem, hem de çabuk öğrenmem gerekiyordu. Önüme çıkan engeli aşabilir mi idim, aşamaz mıydım...Eğilip lmaya cesaret edebilecek miydim? Yoksa etmeyecek mi idim? Titreyen bir yaratık mı idim, yoksa hak sahibi bir insan mı idim? “(Suç ve Ceza, II. Cilt, s: s190-194)
♦♦
Dünya, umutsuzluk içinde bağırdı:
- A
ğabey, ağabey, neler söylüyorsun! Ama sen kan döktün!
Raskolnikov, kız kardeşinin ağzından çıkan bu “Kan” kelimesinin üzerinde durdu, adeta kendinden geçerek de¬vam etti:
-
Herkesin döktüğü kanı, şu yeryüzünde bir çağlayan halinde dökülen ve her zaman dökülmüş olan kanı! Onu bir şampanya gibi akıtanlar, sonradan Capitole’de taç giyip insanlığın kurtarıcısı ilan edilmediler mi?.. Ben de insanla¬ra iyilik etmek istiyordum. Yaptığım bu biricik manasızlığı affettirmek için, insanlığa yüzlerce, binlerce iyi iş yapacaktım. Hatta yaptığım işe anlamsızlık bile denemez de, düpedüz beceriksizlik denir. Çünkü bu düşünce, başarısızlığa uğradıktan sonra, şimdigöründüğü gibi hiç de budalaca değildi. (Zaten başarısızlığa uğrayan her şey budalaca görünür!) Ben bu budalaca davranışla sadece kendime bağımsızlık sağlamak, hayatta ilk adımımı atmak, gerekli araçları edin¬mek istemiştim. O zaman yapacağım sayısız iyiliklerle her şey unutulacaktı. (Suç ve Ceza, s:326)
♦♦
(Nastenka)O kadar acı çekiyorum ki, son mektubumu bitiremeden bırak¬tım. Bazen bana tuhaf haller oluyor. Yanımda insan olmasını iste¬miyorum. Yalnız kalmaktan ve saatlerce eski anıların kucağında dalıp gitmekten hoşlanıyorum. Böyle anlar gittikçe sıklaşmaya başladı. Nereye baksam bana eski bir anımı hatırlatıyor. Bunlar daha çok çocukluğumda yaşadığım altın yıllara ait anılar. Ne var ki, daldığım hayaller her seferinde derin bir acı ile son buluyor. Hayalciliğim beni iyice güçsüzleştirdi. Elim hiçbir işe varmıyor. Sağlığım gittikçe bozuluyor. Yatağa düşeceğim diye korkuyorum. Üzgü¬nüm, mektuba devam edemeyeceğim. Çok halsizim. Elimde ka¬lem tutacak güç kalmadı. /.../ Bu sabah kendimi çok iyi hissediyorum. Sonbaharda az rastla¬nan bir hava. Sanki yazdan kalma bir gün. Güneşli, berrak, pırıl pırıl bir sabah. İçim sevinçle dolu. Yaşama arzusu duyuyorum. Çocukluğumda sonbahar günlerini ne çok severdim. ..... Ah, ne mutlu, ne güzel günler yaşadım çocukluğumda. Şu anda gözyaşlarıma engel olamıyorum. Sanki bir sonbahar akşamı ölecekmişim gibi bir his var içimde. Çok hastayım. Sık sık ölümü düşünüyorum. Saatlerdir hayâl kuruyorum. Hayâller son bulup kendime geldiğim zaman korkuyorum. Sanki odada biri varmış, çıkıp bana saldıracakmış gibi geliyor. “ (İnsancıklar, s:129.Türkçesi: Ali Çankırılı. Antik Dünya Klasikleri )
•••
(Raskolnikov,) “Bazen, aklına gelen bir düşüncenin karşısında hareketsiz kalıyordu: "Hayır, o adamlar böyle yaratılmamıştır. Kendine her şey mubah olan gerçek lider,
Toulon’u topa tutar, Paris’te kırımlar düzenletir, ordularım Mısır’da unutur, Moskova seferinde yarım milyon insan harcar, Vilna’da bir kelime oyunu ile yakasını kurtarır; ölünce de hey¬kelleri dikilir... Demek ki, onun her şey yapmasına izin ve¬rilir... Hayır! Anlaşılıyor ki, bu insanların vücudu etten de¬ğil, tunçtandır!" Birdenbire aklına gelen yabancı bir düşünce onu adeta güldürdü:"Napolyon, ehramlar, Waterloo ve bir memurun dul karısı, karyolasının altında kırmızı çekmece bulunan pis, sıska, iğrenç, tefeci bir kocakarı... Bunlara bizim Porfiri Petroviç’i nasıl inandırmalı? Böyle bir şeye o inanır mı? Bu-na estetik engel olur: Napolyon bir kocakarının karyolası altına girer mi hiç, budala!" (Suç ve Ceza, I.cilt, s:388 )
•••
“Delikanlı (Raskolnikov)bunları söyledikten sonra sustu ve uzun bir düşünceye daldı. Mesele şu ki: Bir gün kendi kendime şöyle bir soru sordum:
Mesela, benim yerimde Napoléon olsaydı ve mes¬leğine başlamakelinde henüz ne Toulon, ne Mısır, ne Mont - Blanc’dan geçiş olmasaydı da, bütün bu güzel ve ta¬rihsel şeyler yerine düpedüz gülünç bir kocakarıcık, hem de üstelik sandığından paraları aşırmak için (meslek uğru¬na, anlıyorsun ya?) öldürülmesi gereken tefeci bir kocakarı olsaydı, başka çıkar yol da olmadığına göre, bu işi yapar mı idi? Hiç de tarihsel olmayan ve işlenmesi günah olan bu cinayeti işlemektenacı duyar mı idi? Ha, şunu söyleye¬yim ki, bu «mesele» üzerinde uzun uzun, müthiş kafa yor-dum. Öyle ki, nihayet Napoléon’un bu işten acı duyması şöyle dursun, hatta bunun tarihsel bir iş olmadığını hatırına bile getirmeyeceğini, hatta, hatta, bunda acı duyacak bir şey olabileceğinin farkında bile olmayacağı sonucuna (hem de ansızın) varınca, böyle düşündüğüm için, fena halde utandım. Başka çıkar bir yolu yoksa, düşünüp taşınmaya kalkmadan, bir çırpıda kadım boğuverecekti. Eh, işte ben de... Düşünmekten vazgeçip, bu otorite örneğine uyarak ka¬dım öldürdüm. Bu iş, tıpkısı tıpkısına böyle oldu. Sana gü¬lünç geliyor, değil mi? Evet; Sonya, bu işte hepsinden gü¬lünç olan şey, işin harfi harfine böyle oluşudur.” (Suç ve Ceza,II.cilt, s:188 )
•••
“Kararlı ve muzaffer bira eda ile: "A
rtık yeter!" diye söylendi ve sanki kara bir güce sesleniyor, ona meydan okuyormuş gibi, böbürlene böbürlene ekledi: "Ey seraplar ,ey anlamsız korkular, ey hayaller hepiniz geri!.. Hayat de¬nilen şey var. Sanki şimdi ben yaşamıyor muyum? Hayatımı, henüz o ihtiyar kocakarıyla birlikte sönmedi. Allah sa¬na rahmet etsin, ama sen de başkalarını rahat bırak!.. Artık akıllandım, ışığa çıktım, irademi, gücümü kazandım. Şimdi görürüz! Boy da ölçüşürüz! Oysa ben bir arşınlık bir alan üzerinde bile yaşamaya razı olmuştum!" ... Şu anda, henüz çok halsizim ama... Bana öyle geli¬yor ki, bütün hastalığım geçti. Az önce evden sokağa çıkar¬ken, hastalığımın geçeceğini biliyordum. İyi aklıma geldi! Poçinkov apartmanı, buradan iki adımlık yerde... Hoş daha uzakta olsa, yine Razumihin’e ne olursa olsun uğramalı- yım... Varsın bahsi o kazansın!.. Varsın biraz da o alay et¬sin, ne çıkar!. Güç gerek, güç!.. Güçsüz hiçbir şey elde edilmez. Oysa, gücü güçle elde etmek gerek... îşte onlar bunu anlamıyorlar..." Raskolnikov bu sözleri, gururla, kendini inandırmış bir eda ile söyledi ve bacaklarını zorla sürüye¬rek köprüden yürüdü. Gururu, kendine inancı, dakikadan dakikaya artıyordu. Daha aradan bir dakika geçer geçmez, bir dakika öncekinden bambaşka bir adam olmuştu. Onu böyle altüst edecek ne gibi bir fevkaladelik olup bitmişti? Bunu kendisi de bilmiyordu. Saman çöpüne sarılan biri gibi o da, birdenbire: "Yaşamanın mümkün olduğu, hayatm da¬ha bitmediği, hayatının kocakarıyla birlikte ölmediği" düşüncesine sarılmıştı. (Suç ve Ceza, cilt I, s:273)
•••
(Raskolnikov’un Üstün insan-basit insan düşüncesi)
Ön açıklama: Raskolnikov 2 kadını öldürmüş ve bu nedenle şüpheli sıfatıyla karakolda –kendisi gibi sara hastası olan- komiser tarafından sorguya çekilmektedir. Komiser, Raskolnikov’un cinayet işlemeden çok önce bir hukuk dergisinde yayınlanan makalesini okumuştur. Ancak, Raskolnikov makalesinin yayınlandığından habersizdir.
“Raskolnikov yine gülümsedi. Bu konuşmalarla, kendisini nerelere sürüklemek istediklerini hemen anlamıştı. Makalesini anımsadı. Bu meydan okumayı kabul etti. Basit ve alçakgönüllülükle: “ Hiç de öyle değil, diye söze başladı. Bununla birlikte, ne yalan söyleyeyim, düşüncelerimi hemen hemen aslına uygun olarak özetlediniz. (Tamamıyla aslına uygun olduğunu kabul etmek adeta hoşuna gitmişti.) Aramızda sadece şu fark var; Ben yazımda olağanüstü insanların, sizin söylediğiniz gibi, her zaman, her türlü rezaletleri mutlaka yapmaları gerektiği noktasında hiç de direnmiyorum. Yoksa, öyle samyorum ki, böyle bir makalenin çıkmasına zaten izin vermezlerdi. Ben sadece "olağanüstü" insanın, ancak ve ancak idealini (bu ideal kimi zaman bütün insanlık için kurtarıcı bir nitelik taşıyabilir), gerçekleştirme safhasında, o da gerekli görüyorsa, bazı sınırları aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini, ima etmiştim. Siz makalemin açık olmadığını söylemiştiniz! Elimden geldiği kadar onu size açıklamaya hazırım. Tahminlerimde yanılmıyorsam, sizin istediğiniz de budur, sanırım; buyurunuz öyleyse. Bence, eğer Kepler’in ya da Newton’un buluşlarını insanlık, herhangi bir kombinezon yüzünden, bu buluşlara engel olan, ya da bu buluşların yolunu kapayan bir, on, yüz kişinin hayatları feda edilmeden, asla öğrenmeyecektiyse, Newton’un bu buluşunu insanlığa duyurabilmesi için bu on ya da yüz kişiyi or¬tadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bunu yapmak zorunda idi. Tabii bundan, Newton’un, her önüne geleni ya da her aklına eseni öldürmeye, veya çarşı - pazarda soygunculuk etmeye hakkı olduğu sonucunu asla çıkaramayız! Sonra, ha-tırımda kaldığına göre, makalemde şöyle bir düşünce ileri sürmekteyim: En eskilerinden başlayarak
Likürg’le, Solon’la, Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden, insanlığın bütün kurucu ve yasa yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir yasa yaparken toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma ya¬saları çiğnedikleri için, istisnasız olarak birer suçluydular. Tabii bunlar, kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dök¬mekten (hem de bazen eski yasalara sadık kalmaktan baş¬ka suçu olmayan, tamamıyla masum kişilerin kanını dök¬mekten) çekinmemişlerdir. Hatta, asıl olağanüstü sayıla¬cak şey, bu iyiliksever kişilerden, bu insanlığın kurucuların¬dan çoğunun özellikle birer kan dökücü olduklarıdır. Kısa¬cası, ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Büyükler şöyle dursun, ama toplumun içinde biraz olsun sivrilenler yani küçüük bir yenilik yapmak yeteneğini gösterenler, yaradılışları gereğince, herhalde -tabii az ya da çok- birer cani olmak zorundadırlar. Yoksa sivrilmelerine olanak yoktur. Herkes¬le aynı düzeyde kalmaya ise, yine yaradılışları gereğince ra¬zı olamazlar. Bence zaten razı olmamak zorundadırlar. Bir kelime ile, görüyorsunuz ki, görüşlerimin bu bölümünde hiç¬bir yenilik yok. Bu düşünceler, binlerce kez yazılmış ve söylenmiş şeylerdir. İnsanları sıradan ve olağanüstü olarak ayırt etmeme gelince, bu sınıflandırmanın biraz keyfi oldu¬ğunu kabul ederim. Zaten ben kesin sayılar üzerinde dur¬muyorum. Ben sadece ana düşüncelerime inanıyorum. Bu ana düşünceye göre, insanlar, tabiat yasaları gereğince, ge¬nellikle iki sınıfa ayrılırlar, aşağı sınıf (sıradan insanlar) de¬diğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal görmekten ibarettir. Bir de, kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve istidadını kendinde gören insanlar sınıfı. Tabii bu arada bir yığın da ara bölümler vardır. Ama, bu iki sınıfın ayırt edici çizgileri oldukça keskindir. Birinci bölüm, yani kendileri gibi yaratıkların çoğalmasına materyal ödevini görenler, yaradılışları gereğince tutucu insanlardır. Uysal bir yaşayış sürerler, boyun eğerek yaşamayı severler... Bence bu çeşit insanlar söz dinler ve uysal olmak zorundadır1ar, çünkü bu onların ödevidir. Onlar, böyle bir yaşamada gururlarını incitecek hiçbir şey görmezler. İkinci sınıfa gelince, bunlar boyuna yasa sınırlarını aşarlar, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar ya da buna yatkındırlar. Bu sınıf insanların suçları pek tabii olarak bağıntılı ve çok çeşitlidir. Büyük bir çoğunlukla ve pek çeşitli sözlerle, bugünün, daha iyi şeyler adını yıkılmasını isterler. Ama, bunlardan birinin, ülküsüne erişmesi için hatta bir ölünün, bir kan selinin üzerinden atlaması bile gerekse, bence büyük bir gönül rahatlığı ile ken¬dine bu kan seli üzerinden atlama iznini verebilir. Tabii bu, ülküye, ülkünün niteliğine göredir, buna dikkat ediniz! Ben makalemde, ancak bu anlamda, insanların cinayet işlemeye hakları olduğundan söz ettim. (Tartışmamızın bir hukuk konusu olduğunu tabii anımsarsınız!) Ama, pek de öyle telaş etmenin gereği yok: Yığın, hemen hemen hiçbir zaman onlara böyle bir hak tanımamıştır. Onları (az ya da çok) kesip asmıştır ve bununla tamamıyla haklı olarak kendi tutucu ödevini yerine getirmiştir. Buna rağmen, gelecek kuşaklarda aynı kara kalabalık bu astıklarının heykelini bir taban üstünde oturtarak (az ya da çok) bunlara tapınır. Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa, yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve onu sa¬yıca çoğaltırlar; İkinciler ise dünyayı hareket ettirirler ve onu bir amaca doğru götürürler. Birincilerin de, İkincilerin de yaşamak, aynı derecede haklarıdır. Bir kelimeyle, ben¬ce her iki grup da aynı derece haklara sahiptir. Vive la guerre étemelle şüphesiz yeni bir Kudüs’e kadar.”
/.../ Teşekkür ederim. Yalnız bana şunu söyleyiniz. Şu olağanüstü insanları sıradan insanlardan nasıl ayırt etmeli¬dir? Yoksa doğuştan bazı belirtileri mi var? Bana öyle geli-yor ki, bu işte biraz daha açıklık, yani daha çok bir dış ayrı¬lık gerek; pratik ve iyi niyet sahibi bir insanın bu doğal en¬dişesini mazur görünüz, ama örneğin özel bir üniforma ya da herhangi bir rozet icat edilemez mi? Çünkü yarın bir yanlışlık olur da bu gruptan birisi, öteki gruptan olduğunu sanır da, sizin öylesine güzel bir biçimde açıkladığınız gibi "bütün engelleri kaldırmaya" kalkarsa... İşte o zaman...
- Ooooh, bu sık sık olan bir şey! Bu düşünceniz az ön¬ce ileri sürdüğünüz düşünceden de ince!
- Teşekkür ederim.
- Bir şey değil! Yalnız şunu dikkate almalısınız ki, bu çeşit yanlışlıklar ancak, belki hiç de başarılı olmayarak "sı¬radan" adını verdiğim birinci grup insanlar tarafından yapı-labilir... Onların doğuştan olan boyun eğme eğilimlerine rağmen, bazen doğanın, ineklerden bile esirgemediği bir oyunu ile bunlardan bir çoğu kendilerini bir öncü, bir "yıkı¬cı" olarak tasavvur etmeyi, yenilik hareketlerine burunları¬nı sokmayı severler. Bunu da büyük bir içtenlikle yaparlar. Ama, aksiliğe bakın ki bunlar, çoğu zaman gerçek devrim¬cileri fark etmezler. Hatta geri ve aşağılık düşünceli insan¬lar olarak onları küçümserler. Ama bence burada ciddi bir tehlike söz konusu olamaz! Hem doğrusu sizin telaş etme¬niz için de bir sebep yok. Çünkü bunlar hiçbir zaman çok ileri gidemezler. Gönül eğlendirmek, onlara toplumdaki yerlerini anımsatmak için bazen bu gibilerini kırbaçlamak da mümkündür. Ama, işte bundan ilerisine gitmemelidir. Hatta bu işi yapacak adama bile gerek yoktur. Onlar ken¬di cezalarını kendileri verirler. Çünkü, çok dürüst karakter¬li insanlardır. Bazen bu yardımı karşılıklı olarak birbirlerin¬den esirgemezler, bazen de kendi elleriyle kendi cezalarını verirler. Bu gibi hallerde, kendilerini -güzel ve ibret verici bir görünüş meydana getiren- açık itiraflara zorlarlar. Kısa¬cası, üzülmeniz için hiçbir sebep yok... Yasa böyle.
- Eh. Hiç olmazsa bu yönden biraz olsun yüreğime su serptiniz! Ama, inşam üzen bir nokta daha var. Başkalarını boğazlamak hakkım kendilerinde gören şu "olağanüstü" in¬sanlar çok mudur, kuzum? Ben, tabii, bunların önünde say¬gı ile eğilmeye hazırım ama, bunların sayıları çoksa, siz de kabul edersiniz ki bu insana dehşet verir, öyle değil mi?
Raskolnikov, aynı tonla sözlerine devam ederek:
- Oh, hayır, bu bakımdan da hiç üzülmeyiniz, dedi. Genel olarak kafalarında yeni birtakım düşünceler bulunan, az çok yeni bir sözü söylemek yeteneğinde olan insanlar çok seyrek, hatta şaşılacak kadar seyrek doğarlar. Şurası bir gerçektir ki, bütün bu sınıflara ve gruplara bağlı insanların doğuş düzeni herhalde bir doğa yasası ile çok doğru ve kesin olarak belirtilmiş olmak gerekir. Gerçi bu yasayı biz henüz bilmiyoruz, ama ben onun var olduğuna, sonraları ta¬nınacağına inanıyorum. Yeryüzünde bu kadar kalabalık bir insan yığını, sadece birtakım çabalarla, hâlâ sır niteliğinde olan birtakım eylemlerle, cins ve türlerin birbirine karışma¬sıyla, binde bir kişi olsun, az çok bağımsız bir insan dünya¬ya getirmek gibi ödev yapmak için yaratılmıştır. Daha yük¬sek bağımsızlık niteliklerini taşıyan bir insan ise, belki de on binde bir çıkabilir. Tabii ben bunu yaklaşık olarak söylü¬yorum. Daha yükseği ise, ancak yüz binde bir doğabilir. Da¬hiler milyonda bir yetişir. İnsanlığı olgunlaştıran büyük de¬ha sahiplerinin yetişmesi içinse, belki de binlerce milyon in¬sanın yeryüzünden göçüp gitmesi gerekmektedir. Bir keli¬me ile, ben bütün bunların olup bittiği imbiğe bakmadım. Ama herhalde bunun belli bir yasası vardır ve olması gere¬kir. Bu işte rastlantının yeri olamaz! (Cilt I, s: s:368-373)

♦♦
Üniversitedeyken, Raskolnikov’un hemen hiç arkadaşı olmaması tuhaftır. Kimseyle görüşmez, kimseye gitmez, kimse de ona gelmezdi. Zaten çok geçmeden herkes ondan yüz çevirmişti. Ne genel toplantılara, ne konuşmalara, ne de eğlencelere, kısaca hiçbir şeye asla katılmazdı. Kendine acımadan, delice çalışırdı. Bundan ötürü de onu sayarlardı, ama kimse sevmezdi. Çok yoksuldu ve son derece gururluydu. Düşünce ve duygularım kimseyle paylaşmayı sevmezdi; içinde bir şeyler gizliyormuş gibi bir hali vardı. Kimi arkadaşlarında, Raskolnikov’un gerek düşünce gelişimi, gerek bilgi, gerek görüş bakımından hepsinden üstünmüş gibi topuna yüksekten, bir çocuk gözüyle baktığına, arkadaşlarının inanç ve çıkarlarını hor gördüğüne dair bir düşünce vardı. (Suç ve Ceza, I. Cilt, s: 93.)
♦♦
(Raskolnikov) Zaman zaman adeta sayıklar gibi, olduğunu hissediyor, ateşli bir heyecanın etkisine kendini kaptırıyordu. "Kocakarı, boş laf!" diye ateşli ve kesik kesik düşünüyordu. Kocakarı, belki de bir yanılgıdır, ama iş onda değil! Kocakarı sadece bir hastalıktı. Ben çabucak onun üstünden aşmak istedim. Ben insan öldürmedim, bir prensibi yere serdim: Prensibi öldürmesine öldürdüm ama, üstünden aşıp ötesine geçemedim, bu yanda kaldım. Sadece adam öldürmeyi becerebildim. Hoş, görünüşe göre bunun da beceremedim ya!.. Prensip?.. Şu Razumihin budalası ne diye geçenlerde sosya¬listlere küfretti?.. Sosyalistler çalışkan iş adamları... Bunlar "genel mutluluk" için uğraşan kişiler... Hayır, ben dünyaya bir defa gelirim, bir daha hiçbir zaman gelemem. Ben "genel mutluluk"u beklemek istemiyorum. Ben kendim için yaşamak istiyorum, yoksa yaşamamam daha iyi... Ne yapalım? Ben sadece "genel mutluluk" bahanesiyle cebimdeki rubleyi sımsıkı tutarak aç bir annenin önünden geçmek istemedim. Diyorlar ki: "genel mutluluğu kurmak için gerekli tuğlaları taşıyor, bundan da gönül ferahlığı duyuyorum." Hah, hah, hah!.. O halde beni ne diye unuttunuz? Benim de ancak bir canım var, ben de yaşamak istiyorum." (Suç ve Ceza, I. Cilt, s:389)
♦♦
/.../ Hiçbir şey düşünmüyordu. Yalnız, birbirleriyle bağlantı¬sı olmayan, dağınık birtakım düşünceler ya da düşünce kırıntıları kafasında uçuşuyor, daha çocukluğunda gördüğü ya da şurada burada ömründe bir sefer karşılaştığı ve hiçbir zaman anımsayamayacağı birtakım insan yüzleri, gözü önü¬ne geliyordu. V... kilisesinin çan kulesi, meyhanede bir bi-lardo masası ve onun başında bir subay, bodrum katında bir tütüncü dükkânındaki puro kokusu, bir birahane, çirkef sularıyla kirletilmiş, her yam yumurta kabuğu içinde kapka¬ra, tamamıyla karanlık bir merdiven, bir yerlerden gelen çan sesleri... bütün bunlar, bir kasırga gibi dönüyor, değişi¬yordu. Bunlardan bazıları hoşuna bile gidiyor, onları yaşat¬maya çalışıyordu, ama bunlar çabucak kayboluyor, sönüyor¬du. Hem genel olarak içinde, onu ezen bir şeyler vardı... Ama pek de öyle fazla değil... Hatta bazen hoşlandığı bile oluyordu. Hafif ürpermeler henüz dinmemişti. Bunu duy¬mak bile biraz hoşuna gidiyordu.” (Suç ve Ceza,cilt I, s: 387)
♦♦
“Etrafına dalgın dalgın, öfkeli bakarak yürüyordu. Şimdi bütün düşünceleri, bir ana nokta etrafında toplanıyordu. Kendisi de, bunun gerçekten bir ana nokta olduğunu; şimdi, hele şimdi bu nokta ile baş başa hatta iki aydan beri ilk defa olarak baş başa kaldığım hissediyordu. Birdenbire içinde kabaran korkunç bir öfkeyle: "Ama bütün bu şeylerin Allah belasını versin! diye dü¬şündü. Mademki bir kez ok yaydan çıktı, ne yapalım; yeni hayatın Allah belasını versin! Ne saçma şey bu Allah’ım! Oysa bugün ne çok da yalanlar kıvırdım, ne adi işler gör¬düm!.. Şu mendebur İlya Petroviç’in gözüne girmek için ne adice dalkavukluk ettim, ne numaralar yaptım!... Ama varsın olsun, ne çıkar! Hepsi şu yaptığım dalkavukluklar da, numaralar da bana vız gelir!.. Hiç de bu değil, hiç de bu değil!" Ansızın durdu. Yeni, hiç beklenmedik, çok basit bir soru, bir anda düşüncelerini altüst etti, onu acı bir şaşkınlığa uğrattı."Eğer gerçekten bütün bu işler budalaca değil de, bilinçli olarak yapıldıysa, eğer gerçekten belli ve kesin bir amacın var idiyse, ne diye hâlâ çantanın içine bile bir göz atmadın?... Eline ne geçtiğini, bütün acılara niçin katlandı¬ğını, böyle adi, iğrenç ve alçakça bir işi bilinçli olarak niçin işlediğini bile bilmiyorsun?.. Az önce onu, yani para çantasını, yine henüz yüzlerini bile görmediğin öteki şeylerle birlikte suya atmak istemiyor muydun? Bütün bunların anlamı ne? (Suç ve Ceza, 1. Cilt, 168-169)
ÇİFT KARAKTER
(Soylu-Bayağı; Canvar –İyi yürekli; Mazlum –Katil; Deli-Aklıselim; Dindar-Dinsiz )
(Ön bilgi: Epilepsi sinir hücrelerinin hastalığıdır. Beynin korteks bölgesindeki geçici elektrik fonksiyonu değişimleri, hastanın davranışlarındaki ani değişimlere neden olur. )

“Birbirine karşıt  iki döşünce , iki duygu aynı anda rahatlıkla bulunabilir içimde. Bu, kendi irademle olmaz kuşkusuz. Öte yandan bunun dürüst olmadığını, çok aşırı ölçüde mantıklı olduğunu biliyorum. Elli yıldır yaşıyorum, yaşamakla iyi mi ediyorum, kötü mü, hala bilmiyorum.”   (Delikanlı,  s: 265)

♦♦

“...Son zamanlarda, şüpheci ve hayalci olmuştu. Asil bir karakteri ve iyi bir kalbi vardır. Duygularını göstermekten hiç hoşlanmaz. Kalbini bir insana açacağına gaddarca şeyler yapmayı tercih eder. Sırasında, çok soğuk ve herkese yabancı bir adam olur. Sanki iki karakteri vardır. Biri sımsıcak ve şefkatli, öteki soğuk ve yabani. (Suç ve Ceza, s: 177) Ω
♦♦
Söyle bakayım: Nasıl oluyor da sende birbiriyle taban tabana çelişen iki duygu yer alabiliyor, bu yüz karası, bu bayağılık, bu kutsal duygu ile nasıl bağdaşabiliyor? Çün¬kü, senin durumunda olan birisi için kendisini balıklama su¬ya atıp her şeye bir son vermesi daha akıllıca, daha doğru, bin defa daha doğru bir davranış olurdu.” (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:63)
♦♦
Bir dakika sonra mektup elindeydi. Tahmin ettiği gibi: R... ilinden, annesinden geliyordu. Mektubu eline alırken sararmıştı. Çoktandır mektup almıyordu. Ama şimdi, birdenbire bir başka şey daha onun yüreğini eziyordu. /.../ Mektup elinde titriyordu; ama Nastasya’nm yanında onu açmak istemiyordu. Bu mektupla baş başa kalmak istediğini duymuştu. Nastasya çıkıp gidince, mektubu acele dudaklarına götürüp öptü. Sonra, uzun uzun adresi, bir zamanlar kendisine okuma yazma öğreten anneciğinin bildik, sevimli, eğri büğrü, incecik yazışım inceledi. Annesi:"Sevgili Rodyam," diye yazıyordu.”(Suç ve Ceza, I.cilt, s:66)
♦♦
(Raskolnikov,) Saçları terden sırsıklam olmuş, titreyen dudakları kurumuştu. Dik bakışları tavana saplanmıştı: "Annem, kız kardeşim; ben onları ne kadar da çok seviyordum! Şimdi neden onlardan nefret ediyorum? Evet, onlardan nefret ediyorum, maddeten nefret ediyorum, yanımda bulunmalarına katlanamıyorum. Demin anneme yaklaşıp öptüğümü hatırlıyorum. Onu kucaklamak, sonra da yaptığımı bilseydi diye düşünmek... Acaba o zaman ona söylemeli miydim? Bu benim için ne iyi olurdu. Hımm (Gittikçe bütün benliğini kaplayan sayıklama haliyle mücadele ediyormuş gibi, büyük zorlukla düşünerek ekledi). O da herhalde bana benziyordu. Ah, şimdi şu kocakarıdan ne kadar tiksiniyorum, bana öyle geliyor ki, dirilse, onu bir daha öldürürdüm. Zavallı Lizavetta! O da oraya nereden çıkageldi! Çok tuhaf, sanki onu öldürmemişim gibi, ne diye onu hiç hatırlamıyor, aklıma getirmiyorum? Lizavetta! Sonya! Zavallı, yumuşak başlı, yumuşak, tatlı bakışlı insanlar... Sevimli insanlar... Acaba onlar niçin ağlamıyorlar? Niçin inlemiyorlar? Onlar her şeylerini verirler... Sessiz ve tatlı bir bakışla bakıyorlar. Sonra, cana yakın Sonya!"
♦♦
Nikolay Vsevolodoviç’in korku bilmez bir doğası vardı. Bir düelloda düşmanın silahından çıkan ateşe gözünü kırpmadan bakabilirdi; kendisi de canavarca bir suskunlukla silah çeker, adam öldürürdü. Tokadı yediği zaman ben ondan saldırganı düelloya çağırmasını değil, oracıkta öldürmesini bekliyordum. O, bu adamı, ne yaptığını bile bile iradesini yitirmeksizin öldürecek bir yaratılıştaydı. Bununla birlikte sanırım ömründe bir gün bile, insanın ne yaptığını bilmediği o kör öfkeye kapılmış da değildi.( Ecinniler,s: 204,)
♦♦
Bu son zamanlarda Nikolay Vsevolodoviç’i inceledim, pek güzel yüreklilikle bana yardım etti, şimdi, bu satırları yazdığım sırada, epey şeyler biliyorum. Onu ister istemez, masallaşmış( efsaneleşmiş Rus devrimci liderlere benzetir) ölçüye vuracağım./.../ Nikolay Vsevolodovlç’in öfkesi, belki öteki İkisinin ( Çar I. Nikolay’a karşı ayaklanmayı yöneten gözüpek devrimci liderler) birleşik öfkesinden de beterdi, ama durgun, soğukkanlı, akıllı denebilecek, bu bakımdan da daha iğrenç, daha korkunç bir öfkeydi.”( Ecinniler,s:206.)
♦♦
Nikolay Vsevolodoviç, ilimize özel bir görevle gelmiş; kont K...nın aracı¬lığıyla Petersburgta birtakım yüksek yöneticilerle ilişki kurmuş, hatta, belki de devlet hizmetine girmiş de o yöneticilerden biri tarafından özel birtakım görevlerle gönderilmiş. /.../ Aklı başında ve bir fikri olanlar, bütün ömrü rezillikle geçen, burada da ilk gün yüzü şişen bir adamın hiç de öyle bir memura benzemediğini söyleyip bu saçmalara güldükleri zaman...” (Ecinniler,s: 209.)
♦♦
Genellikle Stavrogine karşı bütün şiddetiyle o eski kin uyanmıştı. Aklı başında kimseler de onu, ama niçin olduğunu bilmeden, suçlamaya çalışıyorlardı. Kulaktan kulağa, Stavrogin’in, Lizaveta Nikolayevna’nın namusunu kirlettiği, İsviçre’de ikisinin arasında bir serüven geçtiği fısıldanı¬yordu.” (Eecinniler,s: 208)
♦♦
Varvara Petrovnayla yirmi yıl süren dostluğu sırasında dü¬zenli olarak yılda üç dört kez hüzün ve melankoli nöbetlerine tu¬tulurdu. Bu nöbetlere ‘yurttaş sıkıntısı’ adını koymuştuk. Bu de¬yim Varvara Petrovna’nın hoşuna gidiyordu. Sonraları bundan başka bir de şampanyaya düşkünlüğünden kaynaklanan nöbetlere tutuldu; bereket versin ince ve becerikli Varvara Petrovna, onun bu bayağı düşkünlüklerini hep önlemesini bildi. Gerçekte onun bir sütnineye ihtiyacı vardı, çünkü, kimi vakit pek tuhaf durumları oluyordu. Örneğin en soylu bir hüzün içindeyken, birdenbire en bayağı halk tabakasından biriymiş gibi gülmeye başlıyor, kimi vakit kendisi hakkında pek uygunsuz, birtakım gülünç sözler ediyordu. Bu durumlar, geleneklerle yoğrulmuş, düzenliliği seven Varvara Petrovna’yı pek utandırıyordu.” (Ecinniler,s: 11.)
♦♦
Raskolnikov çıktı. Sonya, onun arkasından bir deliye bakar gibi baktı. Ama onun da deliden farkı yoktu, bunu kendisi de hissetmekte idi. Başı dönüyordu. (74)
♦♦
Sonra anlarsın!, Sen de aynı şeyi yapmadın mı? Sen ile toplum kurallarını çiğnedin... Çiğnemek cesaretini göste- ı ehildin! Kendi kendini öldürdün... Kendi hayatını mahvet¬ti ıı! (Hep aym şey) Zekânla, aklınla yaşabilirdin, oysa Sa¬man pazarmda sürünerek hayatım tüketeceksin! Ama sen buna katlanamazsm! Yalnız kalırsan günün birinde sen de benim gibi aklım kaçırırsın! Zaten şimdiden bir deliden farkın yok! Şu halde, birlikte gitmemiz, aym yoldan yürümemiz gerek. Haydi gidelim! (Suç ve Ceza,s:73)
♦♦
Avdotya Roma novna, herhalde siz de altı yıl önce, daha toprak köleliği sıralarında dayaktan ve işkenceden ölmüş olan Filip adlı adamın macerasını işitmiş olacaksınız!
- Ben bunun tersini, bu
Filip’in kendini astığını işittim.
- Evet dediğiniz doğrudur, ama, onu bu istemediği ölü¬me zorlayan, daha doğrusu sürükleyen şey,
Sividrigaylov’un sürekli eziyet ve işkenceleri olmuştur. (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:30)
♦♦
Ben onu ancak topu topu iki sefer gördüm. Bana korkunç, çok korkunç bir insan olarak göründü. Zavallı Marfa Petrovna’nm ölümüne de onun sebep olduğuna eminim. Sividrigaylov gırtlağına kadar zevk ve eğlenceye, ahlaksızlık çamuruna gömülmüş olan bu çe¬şit insanların en kötüsüdür./../ O sıralarda burada Resslich adlı yabancı bir kadın yaşamakta imiş. Galiba bu kadın hâlâ burada imiş, ufak te¬fek tefecilik işleriyle uğraşıyor bu arada başka işlerde yapı-yormuş. İşte bu Resslich üe Sividrigaylov arasında çok eski¬den beri sıkı fıkı ve esrarlı bir ilişki varmış. Resslich deni¬len bu kadının yanında uzak akrabalarından bir yeğen, gali¬ba 14 - 15 yaşlarında sağır ve dilsiz bir kızcağız barınmak¬ta imiş. Resslich bu kızcağızı hiç sevmez, yedirdiği her lok¬ma ekmeği başına kakar, hatta insafsızca dövermiş! Bir gün zavallı kızcağızı tavan arasında asılmış olarak buldular. Olayın bir intihar olduğuna karar verildi. Bu işlerde yapıl¬ması gerekli soruşturmadan sonra mesele kapandı. Ama sonraları, çocuğun Sividrigaylov tarafmdan tecavüze uğradı ğına dair bir ihbar yapıldı. Doğrusu bütün bunlar pek karan¬lık şeylerdi.”(Suç ve Ceza, II. Cilt, s:30)
♦♦
Delikanlı (Raskolnikov)birdenbire değişmişti. Az önce takındığı yap¬macık küstahlıktan, meydan okuyan tavırdan onda eser bi¬le kalmamıştı. /.../ Raskolnikov, gülümsemek istedi, ama bu zayıf gülüm¬seyişte derin bir yorgunluk ve bezginlik belirdi. Başını eğdi, yüzünü elleriyle kapadı. Birdenbire yüreğinde, Sonya’ya karşı tuhaf ve beklen¬medik keskin bir nefret duygusu uyandı. Bu duygudan ade¬ta şaşırmış ve ürkmüş bir halde, birdenbire başını kaldırdı Sonya’ya baktı... Ama Sonya’nın üzgün, acı vere¬cek kadar ilgi dolu bakışlarından başka bir şeyle karşılaşmadı. Bu bakışlarda aşk vardı. İçindeki bütün nefret, bir hayal gibi eriyip dağıldı. Hayır, bu o değildi. Bir duygunun yerini bir başka duygu almıştı. Bu sadece, o anın geldiğini gösteriyordu. Raskolnikov, yine elleriyle yüzünü kapadı. Başını eğdi. Birdenbire sarardı. Oturduğu iskemleden kalktı. Sonya’ya baktı ve bir şey söylemeden otomatik bir davranışla gidip kızın yatağına oturdu. Bir anda duyduğu izlenim, baltayı ilmiğinden çıkardık-tan sonra, kocakarının arkasında durup artık “bir dakika bi¬le kaybetmemek gerektiğini” hissettiği andaki izlenime öy¬lesine korkunç benziyordu ki!
Fena halde ürken Sonya:”Neniz var? diye sordu.
Raskolnikov, konuşamıyordu. Ona yapmak istediği açıklamayı hiç de, ama hiç de böyle tasarlamamıştı. Şu an¬da ne olduğunun kendisi de farkmda değildi. Sonya usulca Raskolnikov’a yaklaşarak onun yanı başına, yatağa oturdu. Gözlerini ondan ayırmaksızm beklemeye başladı. Yüreği çarpıyor, duracakmış gibi oluyordu. Durum dayanılmaz bir hal almıştı.
Delikanlı, ölüm kadar sararan yüzünü genç kıza çevirdi. Dudakları bir şeyler söyleyebilmek için mecalsizce çarpılıp duruyordu. Sonya’nın yüreğini korku kapladı. Delikanlının yanından biraz çekilerek:
“Neniz var?” diye üsteledi.
Raskolnikov:
- Korkma Sonya, bir şey değil, dedi, saçma!..
Sonra kendini kaybetmiş bir insanın sayıklayan haliyle:Doğrusunu istersen, saçma, yalnız ne diye sana eziyet etmeye geldim? diye mırıldandı. Sonra (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:178-179)

♦♦
Delikanlı bunu söyler söylemez, yine eski, bildik, buz gibi bir duygu, birdenbire, bütün ruhunu dondurdu: Genç kıza baktı ve ansızın onun yüzünde Lizavetta’nın yüzünü görür gibi oldu. O zaman elinde balta, Lizavetta’ya yaklaşırken, o da yüzünde çocuksu bir korku ile, ellerini ileri uzatarak geri geri duvara doğru çekilirken kadının yüzünde beliren anlatımı açıkça anımsadı. Bu anlatım tıpkısı tıpkısı birdenbire bir şeyden korkmaya başlayan, korku dolu gözlerini kendilerini korkutan şeye diken, mini mini ellerini ileriye doğru uzatarak geri geri çekilen ve ağlamaya hazırlanan küçük çocukların yüz anlatımını andırıyordu. Şimdi Sonya da, hemen hemen ayın halde idi; aynı çaresizlik, aynı korku içinde bir süre ona baktı ve birdenbire sol elini ileri uzatarak parmağının ucunu hafifçe delikanlının göğsüne dayadı. Israrla ona bakmakta devam ederek ve gittikçe ondan uzaklaşarak yavaş yavaş karyoladan kalkmaya başladı. Genç kızın duyduğu dehşet birdenbire ona da bulaştı. Onun da yüz çizgilerinde aynı korku belirdi. O da, dudaklarında, hemen hemen aynı çocuksu gülümseme olduğu halde, aynı bakışlarla genç kızı süzmeye başladı. (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:178-179.)

Raskolnikov, gülümsemek istedi, ama bu zayıf gülümseyişte derin bir yorgunluk ve bezginlik belirdi. Başım eğdi, yüzünü elleriyle kapadı. Birdenbire yüreğinde, Sonya’ya karşı tuhaf ve beklenmedik keskin bir nefret duygusu uyandı. Bu duygudan adeta şaşırmış ve ürkmüş bir halde, birdenbire başını kaldırdı.Aradan beş dakika geçti. Raskolnikov hiç konuşmadan, hatta kızın yüzüne bakmadan, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Nihayet, Sonya’ya yaklaştı. Gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu, iki eliyle kızın omuzlarından tuta¬rak gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne derin derin baktı. Bakışları kuru, ateşli ve keskindi. Dudakları fena halde titriyordu. Birdenbire hızla eğildi yere kapanarak gene kızın ayağını öptü. Sonya, adeta bir deliden kaçar gibi müthiş bir korku içinde kendini geri çekti. Raskolnikov’un şu anda, gerçek¬ten de bir deliden hiç farkı voktu.
Genç kız sapsarı kesilmişti. Yüreği acı ile burkularak:
- Ne yapıyorsunuz, ne yapıyorsunuz öyle? Hem de be¬nim gibi’bir kızın! diye kekeledi.
Raskolnikov hemen kalktı. Pencereye doğru yürüye¬rek, adeta, yabani bir sesle:
- Ben senin önünde yere kapanmadım, insanlığın çekti¬ği bütün acıların önünde eğildim, dedi .” (Suç ve Ceza, s:62)

♦♦
Ona gözlerimi dikerek hayran hayran bakmak yanlıştı, kendimi tutmam gerekirdi. Çünkü böyle bakmakla onu ürkütmüştüm. Daha sonra durumu anlayarak kendimi tutmasını bildim, ayaklarını öpmeyi bıraktım. Koca... onun kocasıymışım görüntüsü vermekten vazgeçtim, bunu aklıma bile getirmedim, hep onun için dua ettim. Ancak büsbütün susmak da olanaksızdı, bir şeyler söylemem gerekiyordu. Gene birdenbire konuşmalarından çok hoşlandığımı, onun kültür bakımından benden daha üstün, daha ileri olduğunu söyledim. Yüzü kızardı, utanarak her şeyi gene abarttığımı bildirdi. O zaman dayanamadım; kapının arkasına gizlenerek, onun mücadelesini, bir masumla canavar arasındaki mücadeleyi ne kadar büyük bir heyecanla dinlediğimi, onun zekâsından, parlak nüktelerinden, ruhunun çocuksu sadeliğinden ne kadar etkilendiğimi anlattım. Aptallığıma doymayayım! Kadıncağız tepeden tırnağa titredi, gene olayı abarttığımı mırıldanmaya başladı. Sonra yüzü kızardı, hüngür hüngür ağlayarak gözyaşlarına boğuldu... O zaman dayanamayıp önünde diz çöktüm, ayaklarını öpmeye başladım. Bu hareketim üzerine salı günü olduğu gibi yeni bir sinir bunalımına tutuldu. Bu, dün akşam oldu, sabahleyin de...Sabahleyin mi? Deli, sabah dediğin bu gündü, daha demin, biraz önce.. (Uysal kız,s: 141)
♦♦
Bu sırada kapı usulca açıldı, odaya ürkek ürkek etrafı¬na bakınarak, genç bir kız girdi Gelen, Sofya Semyonovna Marmeladova idi. Raskol¬nikov onu dün ilk defa görmüştü. Ama, öyle bir kılıkta gör¬müştü ki, belleğine bambaşka bir yüzün hayali yansımıştı. Şimdi ise karşısında sade, hatta yoksul giyimli, temiz ama ürkek yüzlü, gösterişsiz, dürüst, hemen hemen bir kız çocu¬ğunu andıracak kadar genç bir kız duruyordu. Sırtında çok sade, gündelik bir entari, başında modası geçmiş bir şapka vardı. Yalnız, yine dünkü şemsiye elinde idi. Hiç bekleme¬diği halde odayı böyle dopdolu görünce, utanmadan da kötü bir duruma düşerek adamakıllı şaşırmış, küçük bir çocuk gibi ürkmüş, hatta gerisin geriye gitmeye bile davranmıştı. . Ama kıza dikkatle bakınca, hemen bu zavallı yaratığın öylesine acmacak bir halde olduğunu gördü ki, birdenbire yüreği sızladı. Hele kızın korkudan kaçacak gibi bir davranışta bulunduğunu görünce, içi adeta altüst oldu.”( cilt I, s: 337)
♦♦
(Raskolnikov) Nihayet üzgün üzgün: "Çok hasta olduğum için bu böy¬le oluyor, diye düşündü. Kendimi üzüp bitiriyorum, ne yapacağımı da bilmiyorum. Dün de, evvelsi gün de, daha önceleri de hep kendime eziyet ettim. İyileşeyim... Artık kendimi üzmem! Ama, ya hiç iyileşmezsem? Aman Yarabbi... Bütün bunlardan öylesine bıktım, usandım ki!" Durmadan yürüyordu. Ne biçim olursa olsun açılmak, kendini toparlamak için, içinde derin bir istek vardı. Ama, ne yapmak, hangi çareye başvurmak gerektiğini bilmiyordu. Her dakika gittikçe artmakta olan, önüne geçilmez yeni bir duyguya kendini kaptırmaktaydı. Bu duygu, her rastladığına, çevresindeki her şeye karşı kendisinde uyanan bir çeşit sonsuz, fiziksel tiksinmeydi. İnatçı, yabani, kinle dolu bir tiksinme. Yolda rastladıklarının hepsi de yüzleriyle, yü¬rüyüşleriyle, davranışlarıyla iğrenç görünüyordu ona. Biri kendisiyle konuşmaya kalksa, düpedüz suratına tükürmekten, belki de o adamı ısırmaktan çekinmeyecekti.” (Suç ve Ceza, I.Cilt,S: 168,169.)
♦♦
(Sividrigaylov) Tekrar sustu ve dişlerini sıktı: Duneçkanın hayali yeniden gözleri önünde belirdi. Hem de tıpkısı tıpkısına, ilk kurşunu sıktıktan sonra, fena halde korkup tabancasını indirdiği andaki haliyle belirdi. Ölü gibi sararan kızcağız, o zaman ona öyle bir bakışla bakmıştı ki, Sividrigaylov, iki sefer onu yakalayabilir, o ise -Sividrigaylov ona anımsatmasaydı- kendini korumak için elini bile kaldı¬ramazdı. O anda kıza ne kadar acıdığını, yüreğinin nasıl sız-ladığını anımsadı.”Hay şeytan alsın! Yine o düşünceler, bunlardan kurtulmam gerek, kurtulmam!” diye aklından geçirdi.
♦♦
Aman yarabbi!.. bütün bunlar ne iğrenç ieyler!... imkanı var mı, imkanı varmı ki ben ... Hayır delilik bu .. saçma şey bu....” diye bağırdı ve kesin olarak ekledi: “Nasıl oluyor da böyle korkunç bir şey düşünebiliyorum? Meğer yüreğim ne iğrenç şeylerle eleverişliymiş!.. İşin kötüsü: Kirli, çirkin, iğrenç, iğrenç şeyler... “(Suç ve Ceza ,1. cilt. s: 39)
♦♦
Artık bir an bile kaybetmeye gelmezdi. Baltayı büsbütün çıkardı. İki eliyle tutup havaya kaldırdı. Ne yaptığının farkmda olmadm, hemen hemen kendini zorlamadan, san¬ki bir makine gibi, baltasını kadının kafasına indirdi. Bu sırada adeta güçsüz bir haldeydi. Ama baltayı indirir indir¬mez gücü yerine gelmişti. Her zamanki gibi, kocakarının başı açıktı. Âdeti oldu¬ğu üzere bol yağla yağlanmış kıra çalan açık seyrek saçları sıçan kuyruğu halinde örülerek, ensesine sarkmış, kemik bir tarak kırığı altında toplanmıştı. Kadın, kısa boylu oldu-ğuiçin balta tam tepesine inmişti... Kadın, çok hafif bir çığ¬lık atarak, birdenbire bütün vücuduyla yere yığılıvermiş, ama yine de, iki elini başına kaldırmaya vakit bulabilmişti. Kadın bir elinde hâlâ "rehin"i tutmakta devam ediyordu. Delikanlı, bu sırada bütün gücü ile ve hep baltanın tersiyle, bir defa, bir defa daha kadının tepesine vurdu. Devri¬len bir bardaktan akar gibi kan boşandı. Kadının vücudu sırtüstü yere yuvarlandı. Raskolnikov, geriye sıçrayarak bu düşüşe yol verdi ve hemen kadının yüzüne eğildi: kadın ar¬tık ölmüştü. Gözleri, yuvalarından fırlamak istercesine dışa¬rı uğramıştı. Alnıyla bütün yüzü buruşmuş, ölüm kıvranışıy¬la çarpılmıştı. Derken, birdenbire sıçradı, baltayı kaparak yatak odasın¬dan fırladı.Odanın ortasında, elinde büyük bir çıkınla Lizavetta duruyor, öldürülmüş ablasına şaşkın şaşkın bakıyordu. Yü¬zü kireç gibiydi. Adeta kendinde haykırmaya bile güç bula¬mıyordu. Raskolnikov’un koşup odaya girdiğini görünce, bir yaprak gibi zangır zangır titremeye başladı. Yüzü baştan başa ürperip gerildi. Elini kaldırdı. Ağzını açar gibi oldu ama yine de haykırmadı. Dik dik delikanlının yüzüne baka¬rak ve güya bağırması için yeteri kadar hava bulamıyor¬muş gibi, bağırmamakta devam ederek, ağır ağır bir köşe¬ye gerilemeye, ondan uzaklaşmaya başladı. Katil, baltayla kadına saldırdı. Kadının dudakları, bir şeyden korkmaya başlayan ve kendilerini korkutan şeye dikkatle bakarak ba¬ğırmaya hazırlanan çok küçük çocuklarda olduğu gibi acıklı bir biçimde büzüldü. Bu mutsuz Lizavetta öylesine biçare, öylesine mazlum, öylesine çok korkutulmuş bir yaratıktı ki, yüzünü korumak için ellerini bile kaldırmadı. Oysa balta¬nın suratına doğru kaldırıldığı bu anda, en kaçınılmaz, en doğal davranış bu idi. Kadın sadece serbest elini, o da suratına erişemeyecek kadar, biraz kaldırdı ve katili uzaklaştırmak ister gibi ileriye, ona doğru uzattı. Balta, keskin yanıyla kadının tam kafasına indi ve bir anda, hemen tepesine kadar alnının üst bölümünü baştan başa yardı. Kadın yere yıkıldı,Raskolnİkov, kendidni büsbütün kaybeder gibi oldu.” ( I.cilt, s:126-130)
♦♦
Aleksey Niliç’in ağzını aradım; siz Nikolay Vsevolodoviç’i... hem Avrupadan, hem de Petersburgtan tanıyorsunuz. Onun ussal yeteneği hakkında ne düşünüyorsunuz? dedim. Her zamanki gibi iki üç sözcüklıik baştan savma bir karşılık verdi: ince zekâya sahip, sağlam düşünceli bir adam. Ama, diye devam ettim: onda hiç düşünce aykırılıkları, zihinsel bir sapma, akıl yetilerinde ba¬yağı bir çeşit delilik diyebileceğimiz bir şey sezmediniz mi? Kısa-cası Varvara Petrovna’nın bana sorduklarını ben de ona sordum. O zaman, düşünün, Aleksey Niliç birdenbire düşünceli bir hal al¬dılar... Tıpkı şimdi yaptıkları gibi kaşlarını çattılar: ‘Evet, bana tu¬haf gelen bazı halleri var,’ dediler. Bir şey Aleksey Niliç’e tuhaf gelirse, o şey kesinkes tuhaf olmalıdır, öyle değil mi?”/.../ İşte Yüzbaşı Lebyadkin, inanmazsınız Stepan Trofimoviç, nasıl bir budala... Nasıl bir budala... insanın dili varmıyor demeye: Rus- çada budalalık derecesini anlatan bir atasözü vardır. Biliyor mu¬sunuz ki ince zekâsı önünde hayranlık duymakla birlikte, o da, kendisini Nikolay Vsevolodoviç’in bir kurbanı gibi görüyor! ‘Şaşı¬yorum bu adama, bu adam, çok zeki bir yılan!’ diyor. (Bunlar onun sözleri). Dün ona da sordum (hep Varvara Petrovna’yla yaptığım konuşmanın etkisi altında, bir de Aleksey Niliç’in sözle¬ri hakkında) ona da sordum: ‘Peki, yüzbaşı, bu çok zeki yılan hakkındaki düşünceleriniz nelerdir. Deli mi, değil mi?’ dedim. Sanki, haberi olmadan sırtına bir kırbaç vurulmuş gibi birdenbire sıçradı ve ‘evet, evet, ama bu etkileyemez...’ dedi, ama neyi etkileyemez onu söylemedi. Fakat sonra öyle derin, karanlık bir düşünceye daldı ki sarhoşluğu bile geçti. Filippov’un meyhanesinde oturuyorduk. Yarım saat öyle daldı, sonra birdenbire, masaya bir yumruk indirdi: ‘Evet, belki deli, ama bunun etkisiyle olamaz...’ Gene cümlesini tamamlamadı. Neyi etkileyemezmiş bu anlaşılmadı. Elbet, ben konuşmamızın hepsini anlatmıyorum. (Ecinniler, s:98,99.)
♦♦
Ne mi yapmalı? diye bağır. O ana kadar yaşla dolu olan gözleri birdenbire parladı. Kalk Sonra anlarsın!, Sen de aynı şeyi yapmadın mı? Sen ile toplum kurallarını çiğnedin... Çiğnemek cesaretini göste- ı ehildin! Kendi kendini öldürdün... Kendi hayatını mahvettinı! (Hep aynı şey) Zekânla, aklınla yaşabilirdin, oysa Saman pazarmda sürünerek hayatım tüketeceksin! Ama sen buna katlanamazsm! Yalnız kalırsan günün birinde sen de benim gibi aklım kaçırırsın! Zaten şimdiden bir deliden farkın yok! Şu halde, birlikte gitmemiz, aym yoldan yürüme- iniz gerek. Haydi gidelim!” (Suç ve Ceza, cilt ,s: 73)
♦♦
Raskolnikov çıktı. Sonya, onun arkasından bir deliye bakar gibi baktı. Ama onun da deliden farkı yoktu, bunu kendisi de hissetmekte idi. Başı dönüyordu. (Suç ve Ceza ,s: 74.)
♦♦
Hayır o merhametsiza değildir, o bir delidir. Aklını kaçırmş bir zavallıdır. Nasıl olup da bunun farkında değildisiz? böyle yaparsanız asıl mehametsiz sizsiniz.” (Suç ve Ceza, II cilti, s: 51)
♦♦
Aradan beş dakika geçti. Raskolnikov hiç konuşmadan, hatta kızın yüzüne bakmadan, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Nihayet, Sonya’ya yaklaştı. Gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu, iki eliyle kızın omuzlarından tutarak gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne derin derin baktı. Bakışları kuru, ateşli ve keskindi. Dudakları fena halde titriyordu. Birdenbire hızla eğildi yere kapanarak gene kızın ayağını öptü. Sonya, adeta bir deliden kaçar gibi müthiş bir korku içinde kendini geri çekti. Raskolnikov’un şu anda, gerçek¬ten de bir deliden hiç farkı voktu. “ (Suç ve Ceza, s:?)
♦♦
Raskolnikovun durgun ve ciddi yüzü, bir anda değişti. Birdenbire, sanki kendini bir türlü tutamıyormuşçasına, az önce olduğu gibi, sinirli kahkahalarla gülmeye başladı. Bir anda çok aydınlık bir biçimde, birkaç gün önce geçirdiği bir anın heyecanım elinde balta, kapının arkasında durduğu, kapı çengelinin zıp zıp zıpladığı, kapının dışındakilerin ise, küfrederek kapıyı zorladıkları anın heyecanını yaşadı. O sırada, birdenbire onlara çıkışmak, onlarla kavga etmek, heriflere dilini çıkararak alay etmek ve katıla katıla gülmek isteğini duymuştu.
Zamiyotov:
-
Siz ya delisiniz, ya da... dedi ve birdenbire aklına gelen bir düşünceden şaşırmış gibi durakladı. (Suç ve Ceza, s:237.)
♦♦
Ne varki onda(Marmeladov), çok tuhaf bir hal vardı; bakışlarında bir çoşkunluk, hatta galiba akıl ve zeka ışıltıları vardı; ama aynı zamanda deliliğe benzeyen bir anlamda parlayıp sönüyordu.”( Suç ve Ceza, I. Cilt, s:42)
♦♦
Nikolay’ın dört yıl önceki gülünç davranışlarını bunlar yeni duymuşlar. Gerçekten deli mi? diye soruyorlar.”(Ecinniler, s: 117.)
♦♦
Huysuz, çılgın, ama her zaman için duyguları yüce bir delikanlıdan, bir şövalyeden söz etti.” ( Ecinniler, s: 195.)
♦♦
...Zavallı İvan Osipoviç, bir şeyden kuşkulanmadan kulağını ona uzattı, söyleyeceği şeyi merakla bekledi. İşte o zaman olanaksız, ama öte yandan bir bakıma açıkça bilinen bir şey oldu. Yaşlıcık, Nikolay’ın kendisine pek ilginç bir şey söyleyeceğini sanırken birdenbire kulağının üst kısmını dişleriyle yakaladığını ve şiddetle ısırdığını hissetti. Soluğu boğazında düğümlendi, titremeye başladı. Kendi sesine benzemeyen bir sesle;
"Bu şaka da ne oluyor, Nikolay?" diye inledi.
Aleksey’le albay henüz olan bitenin farkına varmamışlardı. Zaten onları da görmüyorlardı. Onlar, iki adamın pek özel bir ko¬nuşmaya daldıklarını sanmışlardı. Bununla birlikte, yaşlının deh¬şet içindeki yüzü, onları telaşa düşürmüştü. Önceden aralarında kararlaştırıldığı üzere, hemen yaşlının imdadına koşmak mı, yoksa biraz beklemek mi gerektiğini kestiremeden gözlerini aça¬rak birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Herhalde Nikolay duraksa¬dıklarını gördü ki, İvan Osipoviç’in kulağma dişlerini büsbütün geçirdi. /.../ Bir dakika daha geçseydi adamcağız kesinlikle korkusundan .ftlecekti. Bereket, insafsız, acıdı da zavallının kulağını bıraktı. Tam bir dakika ölümle dirim arasında kalan yaşlı hemen fenalaş¬tı. Varım saat sonra Nikolay’ı tutuklayıp karakola götürdüler, özel bir hücreye tıktılar ve kapısına da sıkı buyruk verilmiş bir nöbetçi koydular. Sonunda her şey anlaşıldı. Karakol nöbetçi subayı adamlarıyla bu kudurmuşu bağlayıp etkisizleştirmeye koştu, ama bölmeye girince,
onun titremeli bir tıezeyan nöbeti geçirmekte olduğunu gördüler ve evine, annesine götürdüler. Bu olay bilinmeyen her şeyi aydınlattı. Nikolay  Vsevolodoviç’in aklı başındayken de en delice davranışlarda bulunabileceğini sanmış olduğunu gösteriyordu. Davranışlarından sorumlu olmayan bir hastaya (deli) karşı takındıkları tavırdan ötürü kulüpte de herkes birbirinden utandı. (Ecinniler, s: 49)
♦♦
“Sonya, hızla gözlerini ona çevirdi. Bu mutsuz insana karşı duyduğu ilk heyecan ve acılı merhamet duygusunda sonra, tekrar korkunç katillik düşüncesi vücuduna bir sancı gibi saplandı. Delikanlının sözlerinin değişen ahengi Sonya’ya birdenbire bir katili ammsatmıştı. Şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Şimdi bütün bu sorular, birdenbire genç kızın bilincinde canlanmıştı. Yeniden şüphe etmeye başladı: “O mu, o mu katil!..” Suç ve Ceza, s:184)
♦♦
Genel olarak bu adam bana çok tuhaf göründü. Hatta... doğrussnu isterseniz , onda bir delilik belirtileri de sezdim.” (Iı cilt, s 45)
♦♦
Bugün keyfi yerinde değil,« dedi. "Çünkü az kalsın yüzbaşı Lebyadkinle gırtlak gırtlağa geliyorlardı. Berikinin kız kardeşi yüzünden... Yüzbaşı Lebyadkin, Tanrının günü elinde kamçı, hem herhalde bir Kazak kamçısı, dövüp duruyor o güzel kızı, biliyorsunuz, kız deli. /.../ Kız kardeşine her gün nöbet geliyor, avaz avaz bağırıyor.” (Ecinniler ,s: 94)

♦♦

“Tipi kesilmemişti. İlkin canlı, çevik adımlarla yürüyor­du, sonra birden sendeler gibi oldu. Gülümsedi: “Bedenî bir şey bu...” diye düşündü. İçi sevinç doluydu sanki; sonsuz bir kesinlik duygusu ruhunu kaplamıştı. Son zamanlarda onu hırpalayan kuşkular kaybolmuştu. Kararını vermişti; “de­ğişmez karar!” diye sevinçle düşündü (İntihar?). O anda ayağı bir şeye çarptı, az kalsın kapaklanıyordu. Durunca, ayaklarının di­binde demin itelediği mujikçiği fark etti; hep öyle, aynı yer­de, baygın, hareketsiz yatıyordu. Kar yüzünü iyice örtmüştü. İvan adamı kaptığı gibi sırtladı, yüküyle beraber yürümeye devam etti. Sağda, küçük bir evde ışık görerek pencereye vurdu, içeriden seslenen ev sahibinden mujiği kendi götürmek için yardım istedi, karşılığında üç ruble vereceğini söyledi. Adam hazırlanıp çıktı./…/ İvan Fyodoroviç’in bu işi nasıl başardığını, mujiği evi­ne bırakıp hemen bir doktor getirerek muayene ettirdiği­ni ayrıntılarıyla anlatacak değilim; “masraf için” de bolca para bıraktı. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, bir saat ka­dar uğraştı orada. Bu onu pek memnun etti. Düşünceleri dağılıyor, durmadan hareket ediyordu. Birdenbire, “Yarın için aldım o kesin karar olmasa şu herifle burada bir saat oyalanmaz, başımı bile çevirmeden onu donmaya bırakır­dım!” diye âdeta zevkle düşündü. “Hem kendimi kontrol edebiliyorum.” Bu son düşünce onu büsbütün memnun etti. “Çıldırmakta olduğumu nereden çıkarmış bunlar!”(Karamazov Kardeşler, s-843)

“İvan Fyodoroviç garip bir yavaşlıkla, kimseye bakma­dan, kaygılı bir halle bir şeyler düşünüyormuş gibi başını yere eğmiş vaziyette yaklaştı. Giyinişi kusursuzdu; yüzü, başkalarının bilmem ama bende hasta adam etkisi uyandır­dı. Toprağa çalan rengiyle ölmek üzere bir insan yüzüydü. bu... Gözleri bulanıktı, bakışlarını yukarı kaldırarak salonu ağır ağır süzdü. Alyoşa birden yerinde doğruldu, “Ah!” diye hafif bir çığlık attı. Ben bunu iyice hatırlıyorum, ama orada bulunanlardan pek azı fark etti. Başkan, İvan Fyodoroviç’e yeminsiz tanıklık edeceğini, ifade verip vermemekte serbest olduğunu, onu vicdanıyla baş başa bıraktığını, daha da bir şeyler söyledi. İvan Fyodoroviç dinliyor, Başkana donuk gözlerle bakıyordu. Sonra yüzüne yavaş yavaş bir gülümseme yayılmaya başladı. Ona şaşkınlıkla bakan Başkan sözünü bitirince, İvan Fyodoroviç açıkça gülüverdi. Hoş ben de iyiyim doğrusu... Suyunuz var mı burada, varsa Tanrı rızası için verin biraz,

İvan Fyodoroviç iki eliyle başını tuttu. Mübaşir hemen  yanma gitti. Alyoşa yerinden fırladı:

— Rica ederim inanmayın ona, hasta o, nöbet geçiriyor!  diye bağırdı. Katerina İvanovna da oturduğu iskemleden kalktı, dehşet içinde İvan Fyodoroviç’i süzüyordu. Mitya doğrularak garip, çarpık bir gülümsemeyle kulak kesilmiş, kardeşini dinliyordu.

İvan devam etti:

— Merak etmeyin, deli değilim, sadece katilim.

İvan Fyodoroviç gene düşünür gibi bir tavırla salonu süzmeye başladı. Ortalığı yavaş yavaş telaş sarıyordu. Alyoşa yanma koşarken mübaşir ondan önce yetişti, İvan Fyodoroviç’i elinden tuttu.

Mübaşirin yüzüne dik dik bakarak,

  • Bu da nesi? diye haykırdı İvan Fyodoroviç. Sonra adamcağızın omuzlarına yapıştığı gibi yere çarptı.

Muhafızlar yetişti, İvan Fyodoroviç’i yakaladılar; kor­kunç çığlıklar atıyordu. Salondan çıkarılana kadar hep böy­le feryat ediyor, anlaşılmaz şeyler haykırıyordu. (Karamazov Kardeşler,s:915)

TİTREMEK

(Ürpermek-Yüksek ateş)

(Raskolnikov) “Sinirli ürperişi bir sıtma nöbeti halini aldı. Hatta vücudunda bir titreme duydu; bu sıcakta üşümeye başladı. Adeta kendini zorlayarak, hemen hemen bilinçsizce, bir iç zorunluğu etkisiyle ve şiddetli bir oyalanma ihtiyacıyla her rastladığı şeyi incelemeye kalkıştı. Ama bunu pek de başaramıyor, her an, kendi dünyasına dalıyordu. Yine ürpererek başını kaldırıp çevresine bakındığı zaman, o anda ne düşündüğünü, hatta nereden geçmekte olduğunu bile hemen unutuyordu.” (Suç ve Ceza, I. Cilt, I. s:95)
♦♦
(Raskolnikov) “Daha geceden buna karar vermişti. Humma ateşiyle sayıkladığı bu anlarda bunu hatırırna getiridikçe: aman çabuk, çabuk gididp hepsisini atayım!...” diye birkaç sefer kalkıp gitmeye davranmıştı.” (Suç ve Ceza, I. Cilt, s:165)
♦♦
(Raskolnikov) Belki on beş dakika önce de bu soruyu kendi kendine sormuştu. Ama şimdi bu soru yarı bilinçsiz bir halde, bütün vücudu sürekli bir titreme ile sarsılarak, tam bir güçsüzlük içinde ağzından çıkmıştı".”( Suç ve Ceza II. Cilt, s:179)
♦♦
Raskolnikov, ağır, dermansız bir yürüyüşle, dizkapakları titreyerek ve fena halde üşüyerek, gerisin geriye döndü, odasına çıktı. Kasketini çıkarıp, masanın üzerine attı. On dakika kadar öyle kımıldamadan durdu. Sonra, takatten kesilerek kendisini divana attı, hastalıklı, hafif bir inilti ile iyice uzandı. Gözleri kapalı idi. Yarım saat kadar öylece yattı. (Suç ve Ceza,cilt I, s: 387)
♦♦
“İçinde, biraz da dayanılmaz bir zevk sezilen tuhaf ve sinirli bir heyecanının etkisiyle tir tir titreyerek dışarı çıktı. Vücudu bitkin, suratı asıktı.. Yüzü, bir insanın inmeden sonraki yüzü gibi çarpılmıştı. Yorgunluğu gittikçe artıyordu. İlk heyecan duygusuyla birlikte, gücü de birdenbire harekete geliyor, yükseliyor, heyecan duygusu azaldığı ölçüde, gücü de aynı hızla azalıyordu.”(suç ve ceza, s: 243)
♦♦
(Raskolnikov) “İçinde bir baradak kadar bira bulunan şişeyi yakaldı, göğsündeki ateşi söndürmek ister gibi, hepsisni bir yudumda zevkle içti. Ama aradan bir dakika bile geçmeden bira başına vurdu, sırtında da hafif, hatta tatlı bir ürperme dolaştı. Yatıp üstüne yorganı çekti. Zaten hasta, dağınık olan düşünceleri , gittikçe bulandı,[ kalın ] vücudunu hafif ve tatlı bir titreme kapladı[ /kalın ]. Büyük bir zevkle başını yastığa koydu. Eski, yırtık paltosu yerine üzerine örtülen yumuşacık yorgana sarınarak , yavaşça içini çeçkti ve derin, şifalı bir uykuya daldı. (Suç ve Ceza, I. Cilt. s:192)
♦♦
Fakat hasta kızcağız bu sefer ağlamaya başladı. Ağlaması hıçkırıklarla kesiliyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Su getirip şakaklarını, başını ıslattım. Sonunda Elena bitkin bir halde sedire yığıldı, yeni bir titreme nöbeti başladı.(Ezilenler, s: 183)
♦♦
“İlk anlarda, çıldıracağını sandı: Fena halde üşüyordu. Ama bu üşüme bir hayli zaman önce, daha uykudayken başlayan sıtmadandı. Şimdi ise birdenbire öylesine bir titreme başlamıştı ki, nerdeyse bütün dişleri kırılacaktı, kemikleri birbirine geçecekti.” (Suç ve Ceza, I. Cilt. s:139)
♦♦
(Raskolnikov,) ... başı yine yastığa düştü. Yiine o dayanılmaz titremeler onu dondurdu. Yine paltosunu üzerine çekti. Daha uun süre , saatlerce , hemen hemen aralıksız olarak hep bu düşünce beynini oyaladı.” (Suç ve Ceza, I. Cilt., s:144)
♦♦
Ancak akşama doğru odasına döndü. Demek ki aradan tam altı saat geçmişti. Nereden ve hangi yollardan döndüğünü kendisi de hatırlamıyordu. Soyunarak ve çok yürümüş bir beygir gibi titreye titreye divana uzandı, paltosunu başına çekti, hemen kendinden geçti.” (Suç ve Ceza,I. s: 175)
♦♦
Raskolnikov, birdenbire bir yaprak gibi titredi: bu sesi tanımıştı. “(Suç ve Ceza,I. S:175)
♦♦
“Raskolnikov oturdu. Titremesi yayılıyor, bütün vücudunu bir ateş sarıyor. Korkmuş olan ve kendisine büyük bir dostluk gösteren Porfiri Petroviç’i, büyük bir şaşkınlık için¬de, can kulağıyla dinliyordu.”( Suç ve Ceza,I s:94)
♦♦
Böyle bir tepki uyandıracağını beklemeyen Marya Timofe yevna’nın bütün bedeni ani bir nöbete tutulmuş gibi, küçük çırpıntılı ürpermelerle tir tir titremeye başladı; koltuğunun arkasına yaslandı kaldı.(Ecinniler, s: 160.)
♦♦
Sividrigaylov)...Gözlerine bir türlü uyku girmiyordu. Duneçka’nın az önceki hayali yavaş yavaş gözleri önünde canlanmaya başladı. Birdenbire bütün vücudunda bir titreme dolaştı. Kendine gelerek: “Hayır, şimdi artık ondan kurtulmam gerek!” diye düşündü. “Başka şeyler düşünmeliyim! Tuhaf ve gülünç bir şey: Ben ömrümde hiç kimseye karşı şiddetli bir nefret duymadım. Hatta kimseden öç almak sevdasına da kapılmadım. Ama bunlar kötü belirtiler! Evet kötü belirtiler! Tartışmayı da sevmezdim, öfkelenmezdim de... Bu da kötü bir belirti! Az önce ne vaatlerde bulundum! Vay canıma!.. Kim bilir. Belki gerçekten de beni bambaşka bir insan haline getirebilirdi..” /.../ Artık uyukluyordu. Nöbet titremeleri yavaş yavaş diniyordu ” (II. Cilt,s:309)
♦♦
Varvara Petrovna çıkıp gittikten sonra Stepan Trofimoviç, hemen beni aratıp buldurdu, diğer gelip gidenlere bütün gün kapısını kapadı. Elbet, tahmin edileceği gibi, biraz ağladı, güzel, içli şeyler söyledi, sözlerinin arkasını getiremediği de oldu, bir ara kendisinin de pek hoşuna giden bir cinas düşürdü, arkasından bir titreme nöbeti geçirdi; kısacası her şey yolunda gitti. Neden sonra kalkıp, yirmi yıl önce ölen Alman karısının resmini duvardan indirdi ve yanık bir sesle ona: ‘Beni bağışlıyor musun?’ dedi. Genellikle kendisinde şaşkın bir insan hali olurdu. Sıkıntısını dindirmek için içki getirdi, biraz içtik. Biraz sonra tatlı, derin bir uykuya dalıverdi.” ( Ecinniler,s: 75)
♦♦
(Sividrigaylov) ...Birdenbire yorganın altında, kollarının bacaklarının üzerinden bir şeyin geçtiğini duyar gibi oldu. İrkildi: Hay Allah belasını versin. Herhalde fare olacak! Dana kızartmasını masanın üstüne bırakmıştım...” diye düşündü. Açınıp kalkmayı, üşümeyi hiç de cam istemiyordu. Ama birdenbire yine bacağında hoşa gitmeyen bir sürtünme oldu. Üzerinden yorgam atarak mumu yaktı. Bir nöbet titremesi içinde, yatağa eğilip baktı; hiçbir şey yoktu. Yorganı kaldırıp silkti, birdenbire yatak çarşafı üzerine bir fare sıçradı Fareyi yakalamak için atıldı. Ama fare yataktan kaçmadı. Dört bir yana zikzaklar çizerek, parmakları arasından kayıyor, avuçları içinden kaçıp kurtuluyordu. En sonunda yastığın altına gizlendi. Sividrigaylov yastığı kaldırıp attı, ama o anda koynuna bir şeyin sıçradığını, gömleğinin altında, vücudunda, sırtında, gezindiğim duydu. Sinirli sinirli titreyerek uyandı. Oda karanlıktı. Kendisi de az önce olduğu gibi, yorgana sarınmış bir halde yatağında yatıyordu. Pencerenin altında rüzgâr uluyordu. Öfke ile: “Ne kötü bir şey!” diye söylendi.”( Suç ve Ceza,II . cilt, s:310.)
♦♦
Raskolnikov, bunları söylerken gerçi Sonyaya bakıyordu ama, artık anlayıp anlamadığını pek de önemsemiyordu. Bütün vücudu sıtma nöbeti içindeydi. Karanlık bir coşkunluk içinde çırpmıyordu. (Gerçekten de o, uzun zamandan beri kimse ile konuşmamıştı.) (Suç ve Ceza, II. Cilt, s: 192.)
♦♦
Sırtında buz gibi ürpermeler dolaşan Raskolnikov, düşüncelerine devam etti: “Hımmm... Ya Nikolay’ın kapının arkasında bulduğu mahfaza?.. Bu da hatıra gelir miydi? Suç kanıtları... Küçük bir noktayı gözden kaçırırsın, karşına Mısır ehramları büyüklüğünde bir suç kanıtı olarak çıkar... Bir sinek uçtu, o da gördü. Böyle şey olur mu?"Derin bir tiksinti ile, zayıfladığını vücutça güçten düştüğünü hissetti. Acı bir gülümseme ile düşüncelerine devam etti:"Ben bunu bilmeliydim. Kendim bildiğim, başıma ne geleceğini önceden sezinlediğim halde, ne cesaretle baltayı ahp ellerimi kana buladım! Önceden bilmeliydim..."Umutsuzluk içinde mırıldandı. "Eh! ben zaten bunu önceden biliyordum!" (Suç ve Ceza,I. Cilt, s: 388.)
♦♦
Eve döndüm.Başım dönüyor, dizlerim kesiliyordu. Güçlükle eve kadar yürüyebildim. Kapıyı açık buldum. Nikolay Sergeyiç İhmenev beni bekliyordu. Masanrn önüne oturmuş, sessiz bir şaşkınlıkla Elena’yı süzüyordu. Kız da aynı sessizlik içinde, şaşkınlık dolu bakışlarını ona dikmişti. İhtiyarın bu çocuğu ne kadar tuhaf bulacağım düşündüm.”(Ezilenler,s: 192)
♦♦
“Şu halde, bütün o dünkü olaylar, yine, işkilli ve hasta imgeleminin büyüttüğü birtakım kuruntulardı. Bu tahmin, daha dün, en şiddetli heyecanlar ve umutsuzluklar içinde kıvrandığı bir sırada onda doğmaya başlamıştı. Şimdi bütün bunları yeniden enine boyuna düşünüp yeni bir savaşa hazırlanırken, birdenbire, titrediğini hissetti. Şu nefret ettiği Porfiri Petroviç’in karşısına çıkmaktan korktuğu için böyle titrediğini aklına getirince, bütün benliğini korkunç bir öfke kapladı. Onun için en feci olan şey, yeniden bu adamla karşı karşıya gelmekti. Raskolnikov bu adamdan aşırı derecede, sınırsız denecek kadar tiksiniyor ve bu nefretinden ötürü kendini ele vermesinden korkuyordu. Duyduğu öfke öylesine güçlü, öylesine şiddetli idi ki, hemen titremesini bastırdı. Porfiri Petroviç’in karşısına soğuk, pervasız bir yüzle çıkmaya hazırlandı; elden geldiği kadar fazla konuşmamaya, gözlerini dört açıp kulak kesilmeye, ne olursa olsun hiç olmazsa bu sefer hastalıklı yaradılışının sinirlerini frenlemeye karar verdi. İşte tam bu sırada gelip onu, Porfiri Petroviç’in yanına çağırdılar. (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:76)
DEPRESYON
(İntihar eğilimi- İntihar)
“Nikolay Vsevolodoviç, kısa bir suskunluktan sonra biraz çekingen bir tavırla:
“Hâlâ eski düşüncede misiniz?” diye sordu.
Kirilov, kısaca:
“Evet, hâlâ...” dedi. Sesinin uyumundan neden söz edildiği hemen anlaşılmıştı.
Nikolay Vsevolodoviç, uzunca süren bir sessizlikten sonra, bu sefer daha çekingen bir sesle:
Ee, ne zaman?” diye devam etti.
“Benim elimde olan bir şey değil bu, biliyorsunuz,” dedi. “Ne zaman söylerlerse..”
Bununla birlikte başka sorulara cevap vermeye hazır olduğu da görülüyordu. Pırıltısız gözlerini kırpmadan Stavrogin’e bakı¬yordu. Bakışlarında bir çeşit suskunluk vardı, içi iyi, sevecen duygularla doluydu. Nikolay Vsevolodoviç tam üç dakika düşünceli bir halle sustuktan sonra:
Anlıyorum, kuşkusuz, intihar...” dedi. Kaşlarını biraz çattı. İntiharı çok kez düşündüm.
/.../
“Çocukları sever misiniz?”
Kirilov:
“Severim,” dedi, ama sesi epeyce aldırmazdı.
“Öyleyse yaşamı da seviyorsunuz?”
“Evet yaşamı da seviyorum, bundan ne çıkar?”
“intihar etmeye karar verdiğinize göre...”
“Ne çıkar? Niçin ikisi bir arada? Yaşam başka, öteki şoy başka. Yaşam var, ölümse hiç yok.”
Gelecek sonsuz yaşama inanmaya mı başladınız?”
“Hayır, gelecek sonsuz yaşama değil, buradaki sonsuzluğa. Dakikalar olur, siz o dakikaya erişirsiniz ve zaman bir anda durııı ve sonsuzlaşır.”
“O dakikaya erişebileceğinize inanıyor musunuz?”
“Evet.”
Nikolay Vsevolodoviç de sesinde alaycılık olmadan, düşün celi ve yavaş bir sesle:
“Bunun zamanımızda olabileceği kuşkulu.
Apokalips’de melek, artık zaman diye bir şey olmayacağına yemin eder.”
“Biliyorum. Bu çok doğru söylenmiş, hem açık seçik, hem doğru, i
nsan mutluluğa erişince, zaman diye bir şey olmayacaktır, çünkü ona gerek kalmayacak. Çok doğru bir düşünce.”
“Peki onu nereye saklayacaklar?”
“Bir yere saklamayacaklar,
zaman eşya değildir, bir ülküdür. İnsanın belleğinde sönüp gidecek.”
Siz, herhalde çok mutlusunuz, Kirilov...”
Öteki sıradan bir cevap veriyormuş gibi:
“Evet, çok mutluyum,” dedi.
. Her şey güzel.”
“Her şey mi?”
“Evet. İnsanlar mutsuz, çünkü bunu bilmiyorlar. Hepsi bu.
I lıipsi bu... Bunu öğrenen biri mutsuzluğunu aşacaktır. Hemen o ada. Kaynana yok olacak, gelin yaşayacaktır... Hepsi güzel. Bunu aniden anladım.”
“Ama açlıktan ölenler, genç kızları kandıranlar... bunlar da mı?”
“Evet, iyidir. Bir çocuk için beynini dağıtan biri bile iyidir. Her şey çok iyidir. Bunları bilen de iyidir. Kendileri için iyi olduğunu anlarlarsa, onlar iyi olacak anlamına gelir bu. Bilmezlerse bu süre boyunca onlar için iyi olmayacaktır. Benim bütün düşüncem bu. Bunlardan farklı bir düşüncem de yok.”
“Bu denli mutlu olduğunuzu ne vakit anladınız?”
“Geçtiğimiz hafta, salı... hayır, hayır çarşamba günü, zaten çarşambaydı gece...”
“Farklılığın bir nedeni var mıydı?”
“Anımsamıyorum. Oldu işte öyle. Odada geziniyordum, bir şey fark etmez.
Saati durdurdum. Üçe yirmi üç vardı.”
Zamanın durması zorunluluğuna bir işaret galiba.” (Ecinniler, s: 236-237)

♦♦

 “Pencerelerin karşısına gelen, kapının sağındaki duvara bir dolap dayalıydı. Bu dolapla öteki duvar arasında kalan boşlukta Kirilov son derece tuhaf bir biçimde duruyordu: Ellerini yana sarkıtmış, duvara sırtını iyice yapıştırmış, hareketsiz, dimdik, öyle duruyordu; duvarın içine girmek, saklanmak istediği belliydi. Her şey saklanmak istediğini gösteriyordu ya, gene de inanılacak gibi değildi bu. Pyotr Stepanoviç köşenin tam karşısında değildi, Kirilov’un bedeninin çıkıntı yerlerini görebiliyordu ancak. Kirilov’u hepten görüp, esrarı çözmek için sola iki adım atmaya bir türlü karar veremiyordu. Kalbi duracakmış gibi çarpmaya başlamıştı... Birdenbire dehşetli bir öfke doldurdu içini: Fırladı yerinden, bağırmaya başladı, ayaklarını yere vurarak Kirilov’un bulunduğu korkunç köşeye koştu. Ama oraya varınca, daha bir dehşet içinde, olduğu yerde çakıldı kaldı. En çok, bağırdığı, çılgın gibi üzerine koştuğu halde, Kirilov’un hareket etmemesi, taş kesilmiş ya da balmumundan bir bedenmiş gibi hiçbir organını kıpırdatmaması şaşırtmıştı onu. Yüzünün beyazlığı şaşırtıcıydı, hepten’hareketsiz siyah gözleri, boşlukta bir noktaya bakıyordu. Pyotr Stepanoviç mumu yukardan aşağıya, sonra gene yukarıya götürerek her yerini aydınlattı, yüzünü inceledi. Kirilov’un, boşlukta bir yere baksa da, yan gözle onu gördüğünü, hatta belki de hareketlerini izlediğini fark etti birden. /.../ Kirilov korkunç bir sesle bağırıyordu arkasından:
“Şimdi, şimdi, şimdi, şimdi!..”
On kere ‘şimdi’ diye bağırdı. Ama Pyotr Stepanoviç durmadan koşuyordu; hole çıkmıştı ki, b
irdenbire gürültülü bir patlama oldu. Zifiri karanlıkta durdu, beş dakika düşündü; sonunda gene odaya döndü. /.../ çevresine bakındı, açık pencerenin dibinde, ayakları odanın sağ köşesinden yana, Kirilov’un cesedi yatıyordu. Mermi sağ şakaktan girmiş, kafatasını parçalayarak başın sol üstünden çıkmıştı. Kan damlaları, beyin parçalan saçılmıştı yere, tabanca, Kirilov’un yere düşmüş elindeydi. Bir anda can vermiş olmalıydı. (Ecinniler,s: 624-626.)
♦♦
O kadar garip ki, 10 dakika sonra Lukerya hanımına bakmak için bir daha odasına gitmiş. Gördüklerini bana şöyle anlattı: “içeri girdiğimde pencereye çok yakındı; duvarın dibinde ellerini duvara dayamış, başı ellerinin üstünde derin düşüncelere dalmıştı. O kadar dalgındı ki, benim arkasında beklediğimi, kendisine baktığımı işitmedi bile. Onun pencerenin yakınında derin düşünceler içinde dikildiğini, sanki gülümsediğini bir süre durup seyrettim. Neden böyle yaptığını kendi kendime düşünerek dışarı çıkmıştım ki, birden pencereyi açtığını işittim. ‘Hanımcığım, hava serin, nezle olursunuz’ demek için geri döndüm. Ancak pencereye iyice yaklaştığını, bütün gövdesiyle açık pencerenin önünü kapattığını gördüm. Sırtı bana dönüktü, elinde kutsal tasviri tutuyordu. Az kaldı kalbim durayazdı. ‘Bayancığım, bayancığım! ’ diye bağırdım. Beni işitmişti, dönmek ister gibi bir hareket yaptı, ama dönmedi, ileriye bir adım attı, tasviri göğsüne bastırarak pencereden aşağı atladı.” Avlu kapısından içeri girdiğimde bedeninin henüz sıcak olduğunu anımsıyorum. Beni en çok sarsan, orada toplananların yüzüme dik dik bakmalarıydı. Önce bağırıyorlardı, sonra beni görünce hepsi birden sustular, geriye çekilerek geçmem için yol verdiler. Karım, tasvir göğsünde, yerde yatıyordu. Gözlerimin önü karardı, bir an yanına yaklaşıp yüzüne baktım. Oradakiler çevremi sardılar, her kafadan bir ses çıkıyordu. Meğer Lukerya da oradaymış, ama ben onu görmedim. Benimle konuştuğunu sonradan kendisi söyledi. Esnaftan birinin durmadan bağırdığını anımsıyorum: “Ağzından yalnızca bir avuç kan çıktı! Bir avuç, bir avuç!” diyordu. (Uysal Kız, s:139-141)
♦♦
Sividrigaylov, bütün vücudunun kırıldığım hissederek, öfke ile yatağın içinde doğruldu. Kemikleri sızlıyordü. “Bütün gecemi karabasan içinde geçirdim!” diye söylendi. Koyu bir sis etrafı kaplamış, bir şey görünmüyordu. Saat beş suları idi. Uyuyakalmıştı. Kalkıp hâlâ ıslak olan ceketini ve paltosunu giydi. Eliyle cebindeki tabancasını yokladı. Çıkarıp kapsülünü düzeltti. Sonra oturup cebinden not defterini çıkardı. Baş sayfasına, görünür bir yere iri harflerle birkaç satır karaladı. Yazdıklarını okuduktan sonra, dirseklerini masaya dayayarak derin düşüncelere daldı. Tabanca ile not defteri, hemen oracıkta, dirseğinin dibinde duruyordu. Bir dakika sonra sokakta idi. Süt renginde koyu bir sis şehri kaplamıştı. Sividrigaylov, tahta parkeli, kaygan ve çamurlu caddeden Küçük Neva’ya doğru yürüdü. Hayalinde, Küçük Neva’nın bir gece içinde yükselen suları, Petrovski adası ıslak ağaçlar ve fundalıklar, nihayet o çalı canlandı. Başka şeyler düşünmek için, can sıkıntısıyla evlere bakmaya başladı. Yolda, ne bir insan, ne de bir araba vardı. Pancurları sımsıkı kapalı, açık sarı boyalı tahta evler, kirli ve kasvetli görünüyordu. Soğuk ve rutubet bütün vücudunu sarıyor, titremeye başlıyordu. Solunda yüksek bir kule belirdi: “Vay! diye düşündü, burası iyi işte... Ne diye Petrovski’ye kadar gideyim? Hiç olmazsa resmi bir tanık önünde olur...” Aklına gelen bu yeni düşünceye nerede ise gülümseyecekti... X caddesine saptı. Kuleli büyük bina burada bulunuyordu. Binanın kapalı büyük kapısında, sırtı kapıya dayalı, boz renkli asker kaputuna sarınmış, başında bakırdan Achille miğferi bulunan ufak tefek bir adam duruyordu. Uykulu gözlerinin soğuk bakışıyla, kendine doğru gelen Sividrigaylov’a baktı.. Yüzünde, ayrıcasız olarak bütün Yahudi ırkının yüzünde buruk bir iz bırakan, yüzyıllardan kalma o hırçın melankoli görülüyordu. İkisi de, Sividrigaylov ile Achilles, birkaç saniye, hiç konuşmadan sessizce birbirlerini süzdüler. Sarhoş bir adamış kendisinden üç adım ötede, hiç konuşmadan karşısında durup yüzüne bakması, en sonunda Achilles’în tuhafına gitti. Kımıldamadan ve durumunu değiştirmeden:
- Ba-na ba-kı-nız, burada ne arıyorsunuz? diye sor¬du.
Sividrigaylov:
- Bir şey aradığım yok, kardeş, dedi merhaba!
- Ama burası yeri değil.
- Ben, kardeş, yabancı diyara gidiyorum!
- Yabancı diyara mı?
- Amerika’ya.
- Amerika’ya?

Sividrigaylov, tabancasını çıkardı ve horozunu kaldırdı. Achilles kaşlarını kaldırdı:
-Bu nasıl saka (şaka) böyle? Burası yeri değil kuzum.
- Niçin burası yeri değilmiş?
- Çünkü yeri değil de ondan.
- Aldırma kardeş, ne çıkar?.. Burası iyi bir yer!
Sana soracak olurlarsa Amerika’ya gitti, dersin!
Sividrigaylov, bunu söyledikten sonra, tabancasını sağ şakağına dayadı.
Achilles, göz bebekleri gittikçe büyüyerek yerinden kı¬mıldadı ve:
- Burada böyle şey olmaz, burası yeri değil, diye bağırdı.

Sividrigaylov tetiği çekti. (Suç ve Ceza, II cilt, s:315-316)

♦♦

(Mitya) “Gene de verdiği kesin karara rağ­men ruhu huzursuzluk içindeydi. Istırap verecek derecede huzursuzluk duyuyordu. Karara varmak rahata kavuşturmamıştı onu... Hâlâ geride bıraktığı şeylerin baskısı altın­daydı. Bazen garibine gidiyordu bu: “Kendi kendimi suçla­yıp cezalandırıyorum ya!” diyordu. Evet, kararı kendi eliyle bir kâğıda yazmıştı, kâğıt cebinde hazırdı. Tabanca doluydu; varın altın saçlı Phoebus’un ilk sıcak ışıklarını nasıl karşılayacağını biliyordu artık. Gene de eskilerin hesabını bir türlü kapatamıyordu. Mitya bunu acıyla hissediyordu, bu düşün­cenin verdiği umutsuzluk bütün ruhunu kaplamıştı. Yolda bir an, Andrey’i durdurarak, troykadan atlayıp tabancasını çıkararak, şafağı beklemeden her şeyi bitirmek istedi. Ama ' bu düşünce kıvılcım gibi parlayıp söndü.  (Karamazov Kardeşler,s: 547)

♦♦

(İvan) “Tipi kesilmemişti. İlkin canlı, çevik adımlarla yürüyor­du, sonra birden sendeler gibi oldu. Gülümsedi: “Bedenî bir şey bu...” diye düşündü. İçi sevinç doluydu sanki; sonsuz bir kesinlik duygusu ruhunu kaplamıştı. Son zamanlarda onu hırpalayan kuşkular kaybolmuştu. Kararını vermişti; “değişmez karar!” diye sevinçle düşündü (İntihar?). (Karamazov Kardeşler,s:-843

•••

“Sonra yeniden evin yolunu tuttu. Kendi kendine, “Ya­rın toptan olsun!” diye mırıldandı, işin garibi, bütün sevinci, kendine karşı duyduğu memnunluk bir anda yok oluver­mişti. Karamazov Kardeşler,s: 845)

Alyoşa, dışarıdan,

  • Smerdvakov bir saat önce astı kendini! dedi. 

Alyoşa içeri girince, bir saat kadar önce Marya Kondratyevna’nın koşa koşa geldiğini, Smerdvakov’un intiharını bildirdiğini haber verdi. “Semaverini almaya odasına girince baktım, duvardaki çivide asılı duruyor...” Alyoşa’nın, gereken kimselere bunu bildirip bildirmediği sorusuna kadın, kimseye bir şey söylemediği, “İlk olarak doğruca size koştum... deli gibi koştum yolda...” yanıtını vermişti. Alyoşa’nın anlattığına göre, kadın gerçekten deli gibiydi, tir tir titriyordu. Alyoşa ile birlikte eve geldikleri zaman Smerdyakov hâlâ asılı duruyordu. Masanın üstün­de şöyle bir kâğıt da vardı: “Kendi irademle ve isteğimle, I kimseyi suçlamadan hayatıma son veriyorum.” (Karamazov Kardeşler s:867)

“Fakat sanığın ortan­ca kardeşi (İvan Fyodoroviç)  şüphesini yalnız bugün, hastayken, tam bir akıl dengesizliği, humma buhranı içindeyken açıklıyor. Geçmiş iki ay süresince ağabeyinin suçluluğunu kabul ettiğini kesin olarak biliyoruz, bunu yanıltmaya çalışacak en ufak bir ça­bası yoktu.”   (karaamzov, s:940)

•••

Korku ve umutsuzlukla ezilen Smerdyakov son günlerde sara nöbetinin yaklaştığını zaten hissediyordu. Eskiden de iç sarsıntıları, büyük kederler geçirince bu başına geliyordu. Buhranın geleceği gün ve saat kesin olarak bilinmemekle beraber her epilepsi hastası nöbete yakalanacağını önceden kestirebilir. Bunu tıp da kabul ediyor. İvan Fyodoroviç evden ayrılır ayrılmaz, Smerdyakov âdeta öksüzleşiyor, kendini kolu kanadı kırılmış hissediyor... Mahzene inerken kafasın­dan, “Acaba nöbet gelir mi, gelmez mi? Ya şimdi burada geliverirse?” diye geçiyor. Bu kuşkulu, sıkıntılı hava içinde sara nöbetlerinde öteden beri olduğu gibi bir yumru boğazı­nı tıkıyor, Smerdyakov kendinden geçerek yuvarlana teker lene mahzenin dibine düşüyor.   (karaamzov, s:942)

♦♦

BAŞ AĞRISI

O gün oldukça geç uyandım. Gözlerimi açtığımda saatin on olduğunu gördüm; ancak, oldukça hastaydım. Başım dönüyor, ağrıyordu.( Ezilenler,s: 183)
♦♦
“Başımın dönmesi ve ağrısı gittikçe artıyordu. Temiz havanın da bir yararı olmamıştı. Halbuki Nataşa’ya gitmem gerekiyordu. (Ezilenler,s: 187)
♦♦
Delikanlı (Raskolnikov) güçlükle doğruldu. Başı ağrıyordu; ayağa kalkmak istedi. Oda içinde bir dolaştı, ama yine divana düştü./.../ Delikanlı doğruldu, oturdu. Ama kıza hiçbir şey söylemedi, gözlerini yere dikti. Delikanlı birkaç dakika sonra gözlerini yukarı kaldırdı uzun uzun, çaya, çorbaya baktı. Sonra da ekmeği aldı, kaşığı aldı, yemeğe başladı. Az ve iştahsız yedi, adeta mekanik bir hareketle, üç dört kaşık çorba içti. Baş ağrısı biraz hafiflemişti. Yemeğini bitirdikten sonra yine divana uzandı. Ama artık uyuyamadı. Yüzükoyun, başı yastığa gömülü bir şekilde, kıpırdamadan yatıyordu. “ (Suç ve Ceza, ...s: )
♦♦
“Çoktandır kimse ile konuşmadım.Şimdi fena halde başım ağrıyor.(Suç ve Ceza, s:cilt II, s: 190)

Zaten, ilk günler , hele pazartesi adamakıllı hastaydı. Sıtma nöbeytleri geçirdi. 7.../ oğluyla her görüşmeden sonra , alnında sirkeye batırırlmış bir mendil bütün gün divanın üsütünde uzanıp yatıyordu.” (Ecinniler,s: 212)

Ağlama-Gülme Krizleri
“Adamcağız çocuklar gibi ağladı. Coşkulu bir sevinç ve ardından hüzünlü bir acı belirdi yüzünde. (İnsancıklar, s:46.Türkçesi: Ali Çankırılı. Antik Dünya Klasikleri)
♦♦
O gün bugün, her duada, secdeye kapanınca yeri öperim, alışkanlık edindim. Hem öperim, hem ağlarım. Ben söylüyorum, Şatuşka, bu gözyaşlarında acılık yok. İnsan, derdi olmasa da, sevincinden ağlıyor. Gözyaşım kendiliğinden boşanıyor, inan bana, kimi vakit göl kıyısına giderim; gölün bir kıyısında manastır, bir kıyısında Yalçıntepe dedikleri sivri bir dağ var. Arada sırada bu dağa tırmanırım, yüzümü doğuya çeviririm, yere kapanırım, ağlarım ne kadar zaman ağladığımı anımsamıyorum, hiç bilmiyorum, hiç, hiç..”. (ecinniler,s:144)
♦♦
Raskolnikov adeta kendini tutamayacak kadar gülüyordu.” (Suç ve Ceza, 1. Cilt, s: 353)
♦♦
Raskolnikov artık odaya giriyordu. İçeri girerken onda makaraları koyuvermemek için bütün çabasını harcayan bir insan hali vardı. /.../Neşesini yenmek ve kendisini tanıtmak üzere hiç olmazsa iki, üç kelime söylemek olanağını elde etmek için, hala gözle görünür büyük bir çaba harcamakta olduğunu belli eden bir anlatım ile elini uzatıp porfiri’nin elini sıktı...../Elini ev sahibinin avucunda unutan Raskolnikov, katıla katıla gülüyor, ama ölçüyü de elden bırakmayarak bu hale çabuk ve tabii bir biçimde son verecek zamanın gelmesini bekliyordu .”(Suç ve Ceza, 1. cilt, s: 353-354)
♦♦
“Öyle sanıyorum ki ben tamamıyla açık yürekli bir insanım. Hiçbir karşılık beklemeden, size öyle şeyler anlatıyorum ki, ha, ha, ha!... Anlatılması söyle dursun, tam tersine, susmayı gerektiren konular üzerinde durmadan gevezelik eder..... Kinayeli kinayeli konuşmaya koyulur. Ha, ha, ha!.... İkide bir gelip, kendisini hâlâ ne diye tutuklamadıklarını sormaya başlar. Ha, ha, ha! “(suç ve ceza,s: 90)
♦♦
Ve güldü. Yol boyunca devam etti gülmesi. Alçak sesle, sinirli sinirli gülüyordu. “(Suç ve Ceza s:3)
♦♦
Raskolnikovun durgun ve cidid yüzü, bir anda değişti. Birdenbire, sanki kenddini bir türlü tutamıyormuşcasına , az önce oldıuğu gibi , sinirli kahkahalarla gülmeye başladı. ( I cilt, s: 237)
♦♦
Ben sinirli herifin biriyim... Zekice, nükteli sözlerinizle beni güldürdünüz! Bazen, bir lastik top gibi, zıp zıp zıplayarak, katıla katıla gülerim. Bu halin yarım saat sürdüğü bile olur. Gülmek benim bir hastalığımdır. Vücudumun yapılışını dikkate alarak, bu yüzden günün birinde bana inme ineceğinden bile korkuyorum. (Suç ve Ceza, s: 81)
♦♦
Gittikçe neşesi artan, sevincinden durmadan kesik kesik kahkahalar atan Porfiri, odanın içinde yeniden dolaşmay abaşladı: Hayır, diyordu. Görüyorum ki bana inanmıyor, şöyle hafiften şaka ettiğimi sanıyorsunuz! Hiç şüphe yok ki siz haklısınız! Allah bana öyle bir biçim, öyle bir surat vermiş ki, boyuna başkalarmda gülünç birtakım düşünceler uyandırıyor. Bir soytarıdan farkım yok! ( suç ve ceza , s: 89)
♦♦
Liza’yı bir gülme almıştı., önce içten , sonra sarsıpla sarsıla , ama bu giderek arttı, yükseldi; en sonunda kahkahalara dönüştü, Genç kız kıpkırmızı kesildi. Bu deminki somurtkanlığıyla taban tabana karşıt bir şeydi. Nikolay Vsevolodoviç, Varvara Petrov na’yla konuşurken, Mavrikiy Nikoloyeviç’e, gizli bir şey söyleye çekmiş gibi bir iki kez işaret etti; ama delikanlı ona doğru eğildi ği zaman genç kız makaraları koyverdi. Bu da, sanki zavallı Mavrikiy Nikolayeviç’e gülüyormuş gibi oluyordu. Bu arada kendim tutmaya çalışıyor, mendiliyle dudaklarını kapatıyordu. /.../ Sarsıla sarsıla gülmeye başladı. Şakaları, alayları yavandı, ama, herhalde parlak konuşayım diye de kendini zorlamıyordu.
Stepan Trofimoviç bana:
Sinir nöbeti...” diye fısıldadı. “Çabuk, bir bardak su.”
Anlaşılmıştı. Bir dakika sonra hepsi genç kızın başına üşüş¬tü, su getirdiler. Liza, kollarını annesine doladı, onu üst üste öptü, sevdi,
başını onun omzuna dayayıp ağladı,sonra geri çekilip yüzüne baktı; derken gene sarılarak ağlamaya başladı. Bu sefer, annesi de ağlamaya koyuldu. Varvara Petrovna her ikisini alıp, Darya Pavlovna’nın girmiş olduğu kapıdan, kendi dairesine götürdü.” (Ecinniler, s: 195-196.)

♦♦
 

Odasına girerken kalbinin buz gibi soğuk bir duyguy­la büzüldüğünü hissetti. Bu odada şimdi, şu anda ve daha önceden de bulunan acı, çirkin bir şeye ait bir hatıra, daha doğrusu bir hatırlatmaydı bu. Yorgun yorgun sedire bıraktı kendini. Kocakarı semaverini getirdi, İvan Fyodoroviç çayı demledi, ama el sürmedi. Kocakarıya sabaha kadar izin ver­di. Sedire otururken bir baş dönmesi duyuyordu. Kendini hasta, halsiz hissediyordu. Bir aralık içi geçer gibi oldu; uy­kusunu dağıtmak için telaşla kalktı, odada gezindi. Zaman zaman sayıklıyormuş gibi geldi. Gene de onu asıl ilgilendi­ren hastalığı değildi. Yeniden yerine geçtikten sonra arada bir, bir şey kolluyormuş gibi etrafa bakınmaya başladı. Bu birkaç kere tekrarlandı. Sonunda bakışı belirli bir nokta­ya dikildi. İvan gülümsedi, ama yüzü hiddetten kıpkırmızı oldu. Başını elleriyle sımsıkı kavrayarak uzun zaman kıpır­danmadı, hep öyle aynı noktaya, karşı duvardaki sedire yan yan bakıyordu. Orada bir şeyin onu azap verecek derecede rahatsız ettiği belliydi.”  (Karamazov Kardeşler,s: 845)

Rogojin kahkahalarla gülmeye  başladı. Gülme nöbetine tutulmuş gibiydi. Biraz önceki asıuık suratını düşün önce  bu gülüşünü yadırgamamak elde değildi. (Budala,s: 279

Dindarlık
(İlahi Varlığa Ulaşma Duygusu)

Şatov yanına girdiğinde Kirilov hala bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu odanın içinde; öylesine daslgındı ki.../.../
“- Evet...bir dakika ,
Şatov, içinizde sonsuz bir huzurun olduğu dakikalarınız oluyor mu?
-Geceleri uyumamaya artık bir son vermenizzin gerektiğini biliyorsunuzdur sanırım, Kirilov.
-
Kirilov ayıldı,-gariptir-çok daha düzgün bir dille konuşmaya başladı;
Beş altısı birden gelen saniyelerim oluyor, içimi sonsuz bir huzurun doldurduğunu hissediyorum. Yeryüzündeki hayatla bir ilgisi yok bunun;öteki dünyayla ilgili olduğunu söylemek istemiyorum, ama yeryüzü insanın kadırabileceği, dayanabileceği bir şey de değil . Bedenen değişmek gerek ya da ölmek. Açık seçik, itiraz kabul etmeyen bir duygu bu. Sanki bir anda tüm doğayı hissediyorsunuz da şöyle diyorsunuz: “Evet , gerçek budur işte.’Tanrı evreni yaratırken her günün sonunda ‘evet’, gerçek budur, ‘iyidir bu’ , diyordu. Bu...bu bir duygulukluk değil, sevinçtir yalnızca. Hiçbirşeyi bağışlamıyorsunuz, bağışlayacağınız bir şey yok çünkü. Seviyorsunuz gerçekte, sevgiden de yüce bir şey bu! Bunun en korkunç yanı da böylesine açık seçik olması, içinde bu denli sevinç bulunması. Beş saniyeden uzun sürese ruh dayanamayacak, kaybolmak zorunda kalacak. Bu beş saniyede tüm hayatı yaşıyorum, hayatımı veririrm de ona , değer çünkü. On saniye dayanabilemek için bedenen değişmeke gerek./.../
- Sık sık mı geliyor bu hl size, kririlov?
- Üç günde, haftada bir kere
- Sara nöneti geliyor mu?
- Hayır
-Gelecek demektir. Dikkat edin kendinzide ,
Kirilov, saranın çoğunlukla böyle başladığını duydum. Nöbetlerden önceki bu duyguyu bir saralı , ayrıntılarıyla anlatmıştı bana, anlattığı şeyler sizinkiyle noktası noktasına aynıydı; beş saniyeden fazla olsa dayanılmaz diyordu o da. “ (Ecinniler,s: 591,592)
•••

  • Geceleyin olur... Şu iki kalın dalı görüyor musun? Gece bunlar bana uzatılan, beni arayan İsa’nın kollarıdır... Apaçık görür, titrerim... Korkunç, ah pek korkunç!

  • Korkacak ne var! Madem İsa’nın kendisi bu?..

  • Ya kapıp da göklere uçurursa beni?

  • Diri diri mi?

  • Şanlı İlyas’ı duymadın mı; sarıldığı gibi kaldırıp gö­türür...    (Karamazov Kardeşler, s:222)

•••

“…Bir aralık şu dağa, “Yürü de cellatlarımı ez!” derdim, o da hemen herifi yerle bir ediverirdi. Oradan kılıma doku­nulmadan Tanrıya övgüler göndererek ayrılırdım. Ama o anda mahsus, deneme olarak dağa, “Cellatlarımı ez!” diye bağırmış olmalıyım. Dağ onlara bir şey yapmadığına göre, ölümle burun buruna geldiğim o anda imanım nasıl olur da sarsılmaz, siz hak verin. Dağ, sözümle kıpırdanmadığı­na göre imanıma güvenmediklerini, bana cennet kapıları­nın kapandığını ve öbür dünyada beni bekleyen ödüllerin pek ahım şahım olmadığını anlıyorum. Üstelik bir de pisi pisine derimi mi yüzdüreyim! Sırtımın derisi yarı yerine ka­dar yüzüldükten sonra bağırıp çağırsam dağ gene yerinden oynamayacaktır. Böyle bir anda insan yalnız imanını değil, aklını bile kaybeder; o zaman da hiçbir şey düşünemez olur. Öyleyse bir çıkarım olmadan, bir ödül gözetmeden, sadece postu kurtarmak istemem neden suç sayılsın? Bu nedenle, Tanrının merhametine sığınarak beni temelli bağışlayacağı umudunu besliyorum.( (Karamazov Kardeşler 171)

•••

“Yuhanna İncili’nin on birinci bölümünü okumaya devam etti. Böylece 19’uncu ayete kadar okudu./.../ 32’nci ayete geldiler.Raskolnikov, kıza doğru dönerek, heyecanla ona baktı: Evet, doğru tahmin etmişti. Genç kız, gerçek bir sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titriyordu. Rodya bunu bekliyordu. Sonya o işitilmemiş muhteşem mucize sahnesine yaklaşıyordu. Büyük zafer duygusu bütün benliğim sarmıştı. Sesinde madeni bir ahenk çınlamakta idi. Bu seste bir zafer ve sevinç ahengi vardı, ona bu gürlüğü veren de bu idi. Önündeki satırlar birbirine karışıyordu. Çünkü gözleri kararmıştı.” (Suç ve Ceza,II. Cilt, s: 70)
•••
“Şatuşka! Bir gün bizim manastırdan yaşlı bir kadın, gelecekten haber vermeyi öğrenmek için çile dolduran bir kadın, kiliseden çıkarken kulağıma eğildi de: ’Tanrı anası nedir sana göre?’ diye fısıldadı. ‘Büyük anamız’ diye cevap verdim, ‘insanoğullarınm avuntusu!’ ‘Evet,’ dedi. ‘Tanrı anası, büyük ana, nemli toprak, onda insanların büyük neşesi saklı. Dünyada çektiğimiz her acı, döktüğümüz her gözyaşı, bizim için bir sevinçtir. Bastığın toprağı yarım arşın derinliğine gözyaşlarıyla ıslattığın zaman her şeyden neşe duyarsın, acın kalmaz, dünya ahret esenlenirsin.
Bu vahiydir,’ dedi. Bu sözleri ta yüreğime işledi. O gün bugün, her duada, secdeye kapanınca yeri öperim, alışkan¬lık edindim. Hem öperim, hem ağlarım.” (144)
•••
- Böylece, demek ki siz yeni bir Kudüs’e inanıyorsu¬nuz?
Raskolnikov, tok bir sesle:
- Evet, inanıyorum, yanıtını verdi.
Gerek bu yamtı verirken, gerek bütün o uzun sözleri söylerken başını hiç kaldırmamış, halının üzerindeki bir noktayı seçerek hep yere bakmıştı.
-
Allah’a da inanıyor musunuz? Bu kadar meraklı dav¬randığım için bağışlayınız!
Raskolnikov gözlerini Porfiri’ye kaldırarak tekrarladı:
-
İnanıyorum.
- Lazar’ın dirilişine de inanıyor musunuz?
- Evet, buna inamyorum. Ama siz bütün bunları bana ne diye soruyorsunuz?
- Gerçekten inanıyor musunuz?
-
Evet, gerçekten inanıyorum. (Cilt I, s: s:371)
(Yorum: Raskolnikov’un Lazar’ın dirilişine verdiği önem Sibirya’ya gitmeden çok daha evvel belirir romanda. Raskolnikov suçunun cezasını, suçu işlediği andan itibaren ödemeye başlar. Bunu ilk başlarda inkar da etse, gitgide farkına varır ve hayattan ikinci bir şans daha ister için için - Lazar da onun için ikinci hayatı temsil eder. Raskolinkov, yaşlı kadını öldürürken kendisini de öldürmüştür, bir daha eski haline dönmesine imkan yoktur. bunu bilmesine rağmen Lazar’ın dirilmesi, ona ikinci bir şans verilmesi gibi, kendisine de ikinci bir şans verilmesine dair umutlarını kesmez. zaten bunun için ister sonya’dan lazar’ın dirilişini okumasını, onun için dizleri dibinde ağlar sonya’nın. (Lazar, öldükten sonra Jesus (Hz. İsa)’un duası ile dirilen adam)
•••
“Hiçbir ulus...” diye gene başladı. Sanki sözlerini sözcük sözcük bir kitap sayfasından okuyordu. “
Hiçbir ulus, kendini yal nız akıl ve bilgi ilkeleri üzerinde kurup geliştirmedi. Hiçbir ulus bu örneği vermiş değildir. Bir anlık süre, belki ayrıcalık, ama o da anlamsız bir süredir. Sosyalizm aslında bir dinsizliktir, çünkü o ilk maddesinde dünyayı yalnızca akıl ve bilgi üzerine kuracağını açıklıyor. Oysa şimdi ve yüzyıllar önce bütün insan toplulukları¬nın yaşamında akıl ve bilgi hep ikinci planda bir işlev görmüştür. Dünyanın sonuna kadar böyle kalacaktır. İnsan toplulukları büs¬bütün başka bir güce göre biçimlenir ve davranır. Bu güç sona ulaşmanın tükenmez isteğidir, aynı zamanda da bu, sonun geleceğini yadsımak demektir. Bu güç varolmanın inancı, devamlı onayı ve yok olmanın, yani ölümün yadsınmasıdır. İncil’in yazdığı gibi, yaşamın ruhu, ‘can sularının ırmağı’dır... Ben buna yalnızca ‘Tanrıyı arayış’ diyeceğim. Bütün halk eylemlerinin amacı, özellikle her toplumda o toplumun tarihinin her döneminde tek amaç Tanrıyı arayıştır; kendi Tanrısını, öz Tanrısını arayış, inandığı, tek bildiği, doğru bildiği Tanrıyı! Tanrı, baş¬layışından, bitişine kadar bütün bir ulusun birleşik kimliğidir. ... Bugüne kadar dinsiz bir insan topluluğu görülmedi...” Ecinniler, s:252)
•••
(Sonya) “Delikanlıyı (Raskolnikov’u) omuzlarından yakaladı. O, adeta şaşkın şaşkın, genç kızın yüzüne bakarak doğruldu.) Hemen şimdi şu dakika, dörtyol ağzına koş, yere kapan, ilkin kirlettiğin toprağı öp, sonra, dört bir yana eğilerek bütün dünyayı selamla, herkesin önünde, yüksek sesle: “Ben öldürdüm!” diye bağır.
O zaman Allah, sana yeniden hayat verir!” (Suç ve Ceza, cilt,II,s:195)
♦♦
Raskolnikov, birdenbire Sonya’nın sözlerini anımsadı. Dörtyol ağzına git, halkı selamla, yeri öp, çünkü sen on karşı da günah işledin ve bütün dünyaya, yüksek sesle, “Ben katilim!” diye bağır! Bunu anımsayınca, tepeden tırnağa kadar titredi. Bütün bu günlerin hele son saatlerin bitmez tükenmez acıları onu öylesine tüketmişti ki, bu yepyeni izlenimi, doyasıya tatmak istiyormuş gibi, ona dört elle sarıldı. Bu duygu ona bir nöbet gibi, birdenbire geldi, ruhunda bir kıvılcım halinde parladı ve bir alev gibi onu sardı. İçinde her şey, birdenbire yumuşadı ve gözlerinden yaşlar boşandı. Hemen oracıkta durduğu yerde, yere kapandı. Meydanın ortasına diz çöktü. Yerlere kadar eğilerek bu çamurlu toprağı mutlulukla zevkle öptü. Sonra doğrulup, ikinci sefer yere kapandı. O sırada yanı başı başında bulunan bir delikanlı:
-“Amma da kafayı çekmiş,.ha! diye söylendi./.../ Etrafta gülüşmeler oldu. Çakır keyif bir şehirli: “
O, Kudüs’e gidiyor”, kardeşler, diye ekledi. Çoluk çocuğuyla yurdu ile vedalaşıyor . Bütün dünyayı selamlıyor. Başkent Sen Petersburg’un topraklarını öpüyor! “ (Suç ve Ceza, II. Cilt, s: 336.)
♦♦
Sonya, hiçbir şey söylemeden, bir kutudan iki haç çıkardı. Biri servi ağacından, ötekisi de bakırdandı. Önce kendisi istavroz çıkardı, sonra da aynı şeyi Raskolnikov’un üzerinde tekrarladı ve servi ağacından olanını delikanlının boynuna taktı.
Raskolnikov, acı acı gülümseyerek:
- Bu benim acıyı yüklenişimin sembolüdür, dedi. Heh! He! Sanki şimdiye kadar, çektiğim çileler azmış gibi... Servi ağacından yapılmış olanını, halktan olanlar taşır; bakırdan olanı da Lizavetta’nın. Bunu kendine alıyorsun, demek. Göster bakayım?.. Demek o sırada da boynunda bu vardı?.. Buna benzer iki şey daha biliyorum: Biri gümüşten bir haç, öteki de kutsal bir tasvir... Bunları o zaman koca¬arının göğsü üstüne fırlatmıştım.
Doğrusunu istersen, şimdi benim asıl onları takmam gerekirdi. Amma da saçmalıyorum, işimi de unutuyorum! Bilmem neden, çok dalgınım!..
Sonya, titrek, ürkek bir sesle yalvardı:
-
İstavroz çıkar, hiç olmâzsa bir kez dua et!..
-
Peki, hay hay, istediğin kadar! Hem de canı gönülden, Sonya! Canı gönülden...”(Suç ve Ceza, II. Cilt, s: 332)
♦♦
“İsa ona yanıt verdi: Eğer iman edersen, Allah’ın büyüklüğüne şahit olacaksın, dememiş miydim? Böylece ölü¬nün bulunduğu mağaranın önündeki taşı kaldırdılar. Bunun üzerine İsa gözlerini göğe kaldırarak: Baba! Dileklerimi ka¬bul ettiğin için sana şükürler ederim, dedi./.../ İsa bunları söyledikten sonra yüksek sesle: Ey Lazar dışarı çık! diye bağırdı ve ölmüş olan Lazar dışarı çıktı.” (Genç kız bu mucize sahnesine sanki kendisi tanık ol¬muş gibi, heyecandan ürpererek bu pasajı yüksek sesle okumuştu.) “Ölünün ayaklarıyla elleri kefenle sanlı, yüzü mendille bağlı idi. İsa onlara: Çözün elini ayağını, bırakın gitsin, dedi.”Çoktandır sönmeye yüz tutan eğri şamdandaki mum, bu ölümsüz kitabı okumak için bu sefil odada çok tuhaf bir biçimde buluşan bu katille bu orospuyu hayal meyal aydınlatıyordu.” ( Suç ve Ceza,II. Cilt, s:71)
♦♦
“‘Niçin’e cevap vermedim. ‘Niçin’e kesinlikle cevap vermemi istiyorsunuz,” diyen yüzbaşı (Lebyadkin) gözünü kırparak gene söze başladı: “Bu küçük sözcük, bu ‘niçin’ daha yaratılışın ilk gününden beri evrene yayılmıştır, hanımefendi, her dakika bütün doğa Yaradan’a bağırıyor, ‘Niçin’ yedi bin yıldan beri de tek cevap aldığı yok. Yalnızca yüzbaşı Lebyadkin mi buna cevap versin? Hakça mı bu hanımefendi?” (Ecinniler,s:171)
♦♦
(Stepan Trofimoviç )Şimdi dört gözle bekliyorum oğlumu(Pyotr Stepanoviç) ... Kendisine... karşı bu kadar suçlu olduğum oğlumu... Demek istediğim şu ki, vaktiyle Petersburg’ta oradan ayrıldığım zaman, onu, ben bayağı bir hiç sanmıştım. Bu türden bir şey. Sinirli, mızmız bir çocuktu. Evet, hem... Korkak. Gece yatacağı zaman, Tasvirin önünde secde ederdi; uykuda ölmeyeyim diye baş yastığına haç çizerdi; Anımsıyorum. Sonunda hiçbir sanat, güzellik duygusu, yani ne bir yüksek düşünce, ne de kafasında en küçük bir düşünce tohumu... küçük bir budalaydı. Herhalde biraz saçmalıyorum. Bağışlarsınız... Ben... Apansız gelişiniz beni biraz... şey...” Bu sözlerle içten ilgilenen mühendis birdenbire:”Yastığına haç çizerdi dediniz, ciddi mi söylüyorsunuz?” diye sordu.
“Evet haç çizerdi..”

“Şaştım buna, sonra?” (Ecinniler ,s:90) (Çünkü Mühendis(Kirilov), Pyotr Stepanoviç’in bütün kirli ve karanlık işlerin içinde olduğunu, cinayetler işledeğini ve kiralık katiller tutup işlettiğini bilmektedir.)
♦♦
Bana bakın, hayatı küçümsemeyin! Önünüzde daha uzun bir hayat var. Hayat var, hayat!.. Yoksa siz pevgamber misiniz, ilerde sizi neler beklediğini biliyor musunuz? Belki de Tanrı sizi orada, beklemektedir. Ömrünüz boyunca hapishanede kalacak değilsiniz ya!.. /.../ Hayat üzerine olan bilginiz ne? Şuna bakın hele tutmuş bir teori uydurmuş, ama bunun kof çıktığını, hiçbir orijinal yanı olmadığını görünce de utanıyor! Bu teorinin alçakça bir şey olduğu doğrudur, ama, buna rağmen, yine de siz umutsuz bir alçak değilsiniz!.. Hiç olmazsa uzun uzadıya kendini aldatmadan, bir çırpıda işin son kertesine vardınız! Sizi kime benzetiyorum bilir misiniz? Cellatların elinde gülerek, parça parça olmaya katlanan bazı kişilere!. Elverir ki onlar, inançlarını, ya da Tanrılarını bulmuş olsunlar! Madem böyledir, siz de bulun ve yaşayın!” (Suç ve Ceza, s: 248.)
♦♦
- Siz dua etmesini bilir misiniz?
- A, elbette bilirim!.. Hem
çoktan beri... Ben artık büyük olduğum için, kendi kendime dua ederim. Kolya ile Lidoçka, annemle birlikte yüksek sesle dua ederler. İlkin "Meryem Ana" duasını okurlar; sonra: "Allah’ım ablamız Sonya’yı bağışla ve kutsa!" duasını okurlar... Daha sonra: "Yarabbi! Bizim öteki babamızı da bağışla ve kutsa!" diye yalvarırlar. Çünkü bizim ilk babamız ölmüştür. Bu bizim başka babamızdır. Ama biz bunun için de dua ederiz.
- Poleçka, benim adım Rodiyon’dur. Ara sıra benim için de dua ediniz!..
Sadece "Rodiyon kulunuzu da" deyin, yetişir!.. (Suç ve Ceza, I. Cilt s: 272)
♦♦
Raskolnikov hastalıklı bir duygu ile bağırdı: Nasıl oluyor da bundan daha iç açıcı, daha insaflı bir öbür dünya düşünemiyorsunuz? ( Suç ve Ceza, cilt 2, s:18)
♦♦
....Aklımdan, ya birdenbire hastalanıp ölürsen, diye geçiyordu. Bunu düşünür düşünmez seni gerçekten sonsuza kadar kaybetmiş gibi anlatılmaz bir acıya kapıldım.... Mezarına gelip nasıl üzerine kapandığımı düşünüyordum. Mezarını öperken seni bir an olsun bir daha görmek uğruna Tanrı’ya bir mucize yaratması için yalvarıyordum... O anda dirilip karşıma çıksan, seni bir an eskisi gibi kollarımda tutabildiğim için mutluluğumdan ölecektim belki... Bunları hayalimden geçirirken birdenbire şöyle düşündüm: “Tanrı’ya sadece bir anlık kavuşma için böyle yalvarıyordum. “(Ezilenler, s:245.)
♦♦
Porfiri Petroviç, yüzünü Raskolnikovun yüzüne yaklaştırarak adeta korkuya kapılmış bir halde fısıldadı:Hayır, hayır! Onu Allah korur, Allah! diye tekrarladı. ’” (Suç ve Ceza,s: )

“Ben Rusya’ya inanıyorum. Rusya’ya, Rus Ortodoksluğuna,” diye kekeledi. “İ
sa’nın bedenine inanıyorum. Onun yeniden gelişinin Rusya’da gerçekleşeceğine inanıyorum... inanıyo¬rum...”
“Ama Tanrıya, Tanrıya inanıyor musunuz?”
“İna...nacağım.” (Ecinniler,s: 253)

♦♦
Bana bakın, Tanrıyı emek vererek arayıp bulun; bütün iş bunda ya da aşağılık bir yosun gibi yitip gidin, emeğinizle arayıp bulun.”
“Tanrıyı, emeğimle ha? Hangi emekle?”
“Köylü emeğiyle. Gidin, zenginliklerinizi bırakın...” (Ecinniler, s: 256)

♦♦
 “Staretz’e getirdikleri çocuk ya da yetişkin hastaların; ellerinin dokunuşuyla, okuduğu dua­larla iyi etmesi için yalvaranların kısa zaman içinde, hatta bazen hemen ertesi gün döndüklerini görüyordu. Gelenler Staretz’in  ayaklarına kapanarak gözyaşları içinde, hastaları­nı iyileştirdiği için teşekkür ediyorlardı. Bu iyileşmenin bir mucize eseri mi, yoksa sadece hastalığın doğal akışının sonucu mu olduğu sorusu Alyoşa’nın a aklından bile geçmiyor­du. O, hocasının manevi gücüne tamamen inanmıştı;…. “ (s:33)  (NOT: Staretz: tarikat şeyhi, ermiş)

•••

“Evet, ısrarla istedim, yalvardım; beni alana kadar pen­cerenizin önünde dize gelip öylece üç gün beklemeye razıy­dım. Büyük şifa verenimiz, size içimizden kopan şükranla­rımızı sunmaya geldik. Kızım Liza’yı sağlığına kavuşturdu­nuz; bütünüyle iyileşti! /…/ Ama gece gelen nöbetler iki gündür, tam perşembe­den beri tamamen kesildi. Bacakları da güçlendi. Bu sabah dipdiri kalktı. Bütün gece uyudu, yüzünün pembeliğine, göz­lerinin ışıltısına bakın. Eskiden hep ağlardı, şimdi gülüyor, neşe içinde... “(s:63)

•••

“Kadıncağız Staretz’e, bir yıl önce Sibirya’ya, İrkutsk’a görevli olarak gidip hâlâ haber alamadığı oğlu Vasenka için kilisede sanki ölmüş gibi ruhunun selameti için dua edip edemeyeceğini sormuş­tu. Staretz, oldukça sert bir şekilde bunu önlemiş, böyle du­alara kalkışmanın büyücülükten farkı olmadığını söylemişti. Sonra da bunu cahilliğine vererek bağışlamıştı onu. /…/ Bayan Hohlakova’nm deyişiyle “Yarının kitabından okur gibi”, kadının oğlu Vasya’nın mutlaka sağ olduğunu, yakında ya geleceğini ya da bir mektup salacağını, eve gidip sabırla beklemesini söylemişti. Bayan Hohlakova coşkun­lukla, “Ne dersiniz, kehaneti aynen, hatta fazlasıyla çıktı,” diye ekliyordu. İhtiyar kadın eve varır varmaz Sibirya’dan gelen mektubu vermişler. Hem bu kadar da değil, Vasya, yoldan, Yekaterinburg’dan yazdığı mektupta annesine, bir memurla birlikte Rusya’ya dönmekte olduğunu, bu mektu­bun eline değmesinden aşağı yukarı üç hafta sonra onunla kucaklaşmayı umduğunu yazıyor... Bayan Hohlakova, Alyoşa’ya, “Keramet mucizesini” Başrahiple cemaate hemen müjdelemek için heyecan dolu bir dille yalvarıyor, mektubunu “Bunu hepsi, hepsi bilmeli!” diye bitiriyordu.   (s: 216)

•••

“Dinleyenler bunun o anda farkına var­dılar. “Mucize”, manastır halkı arasında, hatta dışarıdan sa­bah ayini için gelenler arasında bile hemen duyuldu. Mucizeye en çok şaşan bir gün önce Uzak Kuzeydeki Obdorsk bölgesinde bulunan Ermiş Silvester manastırından gelen rahipti.  (217)

•••

  • Ah, kaçırdım o yeri, yazık... Pek severim bunu: Celile’de Kana, Birinci Mucize bu... Hem ne mucize, ne gü­zel bir mucize! İsa ilk mucizesini yaratmak için kederli değil, sevinçli insanlara gitti, sevinçlerinin sönmemesine yardım etti. “İnsanları seven sevinçlerini de sever...” Bu, ölenin başlı­ca fikirlerinden biri, her an tekrarladığı bir sözdü. Mitya da, “Sevinçsiz yaşanılmaz,” der... Mitya... ya... “Her doğru ve güzel şey daima bütünüyle bağışlanmak..” Bu da Mitya’nm sözüydü.

  • İsa ona dedi: ‘Kadın, benden sana ne? Saatim henüz gelmedi.’ Annesi hizmetkârlara, ‘Size ne derse onu yapın,’ dedi... Yapın... Şu yoksul insanları sevindirin... Düğünlerine yetecek kadar şarap hazırlayamayanlar elbette çok yoksul kişilerdi... Tarihçilerin yazdıklarına göre, Taberiye Gölü kı­yısıyla bütün o dolayda aklın almayacağı derecede fakir halk yaşarmış... Ve düğünde bulunan başka büyük bir varlığın, annesinin büyük kalbi, oğlunun yalnız olağanüstü, dehşet veren görevi yerine getirmek için dünyaya gelmediğini

Staretz’e getirdikleri çocuk ya da yetişkin hastaların; ellerinin dokunuşuyla, okuduğu dua­larla iyi etmesi için yalvaranların kısa zaman içinde, hatta bazen hemen ertesi gün döndüklerini görüyordu. Gelenler Staretz’in  ayaklarına kapanarak gözyaşları içinde, hastaları­nı iyileştirdiği için teşekkür ediyorlardı. Bu iyileşmenin bir mucize eseri mi, yoksa sadece hastalığın doğal akışının sonucu mu olduğu sorusu Alyoşa’nın a aklından bile geçmiyor­du. O, hocasının manevi gücüne tamamen inanmıştı;…. “ (s:33)  (NOT: Staretz: tarikat şeyhi, ermiş)

•••

“Evet, ısrarla istedim, yalvardım; beni alana kadar pen­cerenizin önünde dize gelip öylece üç gün beklemeye razıy­dım. Büyük şifa verenimiz, size içimizden kopan şükranla­rımızı sunmaya geldik. Kızım Liza’yı sağlığına kavuşturdu­nuz; bütünüyle iyileşti! /…/ Ama gece gelen nöbetler iki gündür, tam perşembe­den beri tamamen kesildi. Bacakları da güçlendi. Bu sabah dipdiri kalktı. Bütün gece uyudu, yüzünün pembeliğine, göz­lerinin ışıltısına bakın. Eskiden hep ağlardı, şimdi gülüyor, neşe içinde... “(s:63)

•••

“Kadıncağız Staretz’e, bir yıl önce Sibirya’ya, İrkutsk’a görevli olarak gidip hâlâ haber alamadığı oğlu Vasenka için kilisede sanki ölmüş gibi ruhunun selameti için dua edip edemeyeceğini sormuş­tu. Staretz, oldukça sert bir şekilde bunu önlemiş, böyle du­alara kalkışmanın büyücülükten farkı olmadığını söylemişti. Sonra da bunu cahilliğine vererek bağışlamıştı onu. /…/ Bayan Hohlakova’nm deyişiyle “Yarının kitabından okur gibi”, kadının oğlu Vasya’nın mutlaka sağ olduğunu, yakında ya geleceğini ya da bir mektup salacağını, eve gidip sabırla beklemesini söylemişti. Bayan Hohlakova coşkun­lukla, “Ne dersiniz, kehaneti aynen, hatta fazlasıyla çıktı,” diye ekliyordu. İhtiyar kadın eve varır varmaz Sibirya’dan gelen mektubu vermişler. Hem bu kadar da değil, Vasya, yoldan, Yekaterinburg’dan yazdığı mektupta annesine, bir memurla birlikte Rusya’ya dönmekte olduğunu, bu mektu­bun eline değmesinden aşağı yukarı üç hafta sonra onunla kucaklaşmayı umduğunu yazıyor... Bayan Hohlakova, Alyoşa’ya, “Keramet mucizesini” Başrahiple cemaate hemen müjdelemek için heyecan dolu bir dille yalvarıyor, mektubunu “Bunu hepsi, hepsi bilmeli!” diye bitiriyordu.   (s: 216)

•••

“Dinleyenler bunun o anda farkına var­dılar. “Mucize”, manastır halkı arasında, hatta dışarıdan sa­bah ayini için gelenler arasında bile hemen duyuldu. Mucizeye en çok şaşan bir gün önce Uzak Kuzeydeki Obdorsk bölgesinde bulunan Ermiş Silvester manastırından gelen rahipti.  (217)

•••

  • Ah, kaçırdım o yeri, yazık... Pek severim bunu: Celile’de Kana, Birinci Mucize bu... Hem ne mucize, ne gü­zel bir mucize! İsa ilk mucizesini yaratmak için kederli değil, sevinçli insanlara gitti, sevinçlerinin sönmemesine yardım etti. “İnsanları seven sevinçlerini de sever...” Bu, ölenin başlı­ca fikirlerinden biri, her an tekrarladığı bir sözdü. Mitya da, “Sevinçsiz yaşanılmaz,” der... Mitya... ya... “Her doğru ve güzel şey daima bütünüyle bağışlanmak..” Bu da Mitya’nm sözüydü.

  • İsa ona dedi: ‘Kadın, benden sana ne? Saatim henüz gelmedi.’ Annesi hizmetkârlara, ‘Size ne derse onu yapın,’ dedi... Yapın... Şu yoksul insanları sevindirin... Düğünlerine yetecek kadar şarap hazırlayamayanlar elbette çok yoksul kişilerdi... Tarihçilerin yazdıklarına göre, Taberiye Gölü kı­yısıyla bütün o dolayda aklın almayacağı derecede fakir halk yaşarmış... Ve düğünde bulunan başka büyük bir varlığın, annesinin büyük kalbi, oğlunun yalnız olağanüstü, dehşet veren görevi yerine getirmek için dünyaya gelmediğini

 •••

Vecd-Miraç

  • Geceleyin olur... Şu iki kalın dalı görüyor musun? Gece bunlar bana uzatılan, beni arayan İsa’nın kollarıdır... Apaçık görür, titrerim... Korkunç, ah pek korkunç!

  • Korkacak ne var! Madem İsa’nın kendisi bu?..

  • Ya kapıp da göklere uçurursa beni?

  • Diri diri mi?

  • Şanlı İlyas’ı duymadın mı; sarıldığı gibi kaldırıp gö­türür...    (s:222)

•••

“Evet, yüzü ince kırışıklıklarla dolu, neşeyle, sessizce gü­len ufarak ihtiyar ona doğru geliyordu. Tabut ortada yoktu; ihtiyarın sırtında dün misafirleri kabul ederken giydiği elbise vardı. Yüzü nurlu, gözleri ışıl ışıldı. Demek o da, Alyoşa da şölene, Celile’nin Kana’sındaki düğüne çağrılmıştı...

Alyoşa, tam üstünden gelen hafif bir sesin,

  • Evet, sen de, sen de davetlisin! dediğini duydu. Seni de çağırdılar şölene. Niçin öyle bir kenara büzüldün, görünmü­yorsun... yanımıza gel.

  • İhtiyarın sesi, Staretz Zosima’nın sesiydi. Ondan başka Alyoşa’yı kim çağırabilirdi ki! Staretz Alyoşa’yı eliyle kaldır­dı, Alyoşa doğruldu Korkuyorum... bakamıyorum... diye fısıldadı Alyoşa.

  • Korkma. Hepimiz onun azameti, korkunç büyüklüğü önünde eğiliriz, ama merhameti sonsuzdur. Bizleri sevdiği (için aramıza katıldı, birlikte eğleniyor, misafirlerin neşesi kaçmasın diye suyu şarap haline getiriyor; yine misafirler bekliyor, ardından daha yenilerini çağırıyor... Sonsuzluğa kadar sürecek böyle, işte yeni şarap getiriyorlar; kapları gö­rüyor musun?

Alyoşa’nın kalbinde ateş gibi bir şey yanıyordu, içi sızlı­yor, gözleri ıslanıyordu... Ellerini  açarak bağırdı ve uyandı.  (s:482)  (NOT: 1. Celile'nin Kana:  Yahuda (İsrail)’da Jesus (Hz.İsa)’un düğün törenine katılıp  suyu şaraba dönüştürme ve ölüyü diriltme mucizelerini gösterdiği köy.

              2. Miraç’da, Tanrı Rab ile buluşmada hiçbir peygamber Rab’ın yüzünü görememişlerdir; çünkü gözlerine ışık huzmesi (nur) vurduğundan gözlerini açamamışlardır.)

•••

“..Toprağı niçin kucakladığını, neden öpmek istediğini bilmiyordu; gene de yeri gözyaşlarıyla ıslatarak bütün coş­kunluğuyla bu toprağı daima, ölene kadar sevmek için ant içiyordu. İçinden, “Toprağı sevinç gözyaşlarınla sula ve bu gözyaşlarını sev...” diye geçti. Niçin ağlıyordu? Öyle bir coş­kunluk içindeydi ki, göğün sonsuzluğunda parlayan yıldız­lar için bile ağlıyor, ama çılgınlığından utanmıyordu. Sanki evrenin sayısız âlemlerinden uzanan teller hep birden ruhun­da birleşmiş, ruhu da başka âlemlerle ilişkinin titreşimleri içindeydi/…./. Her geçen an âdeta elle tutulur gibi bir açıklık ve kesinlikle, ru­huna üstündeki gök kubbesi gibi sağlam, sarsılmaz bir şeyin yayıldığını hissediyordu. Sanki içinde bir düşünce vücut bu­luyor, bir daha ondan ayrılmamak üzere, ömrünün sonuna kadar yerleşip temelleşiyordu. Zayıf bir delikanlı olarak yere kapanan Alyoşa doğrulduğu zaman sağlam, cenge hazır bir erkekti, bunu geçirdiği vecd anında anlamış, duymuştu. Alyoşa bu hatırayı ömrü boyunca sakladı içinde. Derin bir inançla, “O saat ruhuma biri girdi.” diye tekrarladı.  (s: 485)

•••

NÖBET ANI
(Kasılma- Bayılma-Düşme)
(NOT: Nöbet geçiren her saralı mutlaka düşer, bu nedenle “düşme “ hastalığı olarak da bilinir.)

“Raskolnikov’un kapıda görünüşü, sevinçli, heyecanlı çığlıklarla karşılandı. İkisi de ona atıldılar. Ama delikanlı ölü gibi duruyordu. Güçlü, ani bir düşünce, bir yıldırım gibi beynine vurmuştu. Onları kucaklamak için kolları da kalk¬mamış, kalkamamıştı. Annesiyle, kız kardeşi onu bağırları¬na basıyor, öpüyor, hem ağlıyor, hem gülüyorlardı... Raskolnikov bir adım attı, sallandı ve baygın bir halde yere düştü”. (Suç ve Ceza , I. cilt s:279.)
♦♦
“O çıktıktan sonra bütün odadakilerin seslerinden önce korkunç bir bağırtı duyuldu. Yelizaveta Nikolayevna’nın bir eliyle annesinin omzunu, bir eliyle de Mavrikiy Nikolayeviç’in kolunu yakaladığını, onları peşi sıra salondan dışarı çıkarmak için iki üç adım attıktan sonra düşüp bayıldığını gördüler.” (Ecinniler,s: 206)
♦♦

Fyodor Pavloviç’in komşusu Marya Kondratyevna’dan Smerdyakov’un hastalığı hakkında aldığı haber Mitya’yı şa­şırttı, Smerdyakov’un sara nöbeti geçirerek bodruma düşüşünün hikâyesini, doktorun gelişiyle Fyodor Pavloviç’in gösterdiği ilgiyi öğrendi. (Karamazov Kardeşler s:509)

•••

“Biliyor musun Katya, ben seni, beş gün önce , o akşam da seviyordum…yere düştüğün…seni dışarı çıkardıkları zaman (Karamazov Kardeşler ,s:1012)

“Millet kendine gelip olay iyice unutulmadan ikinci bir sahne başladı: Katerina İvanovna isteri buhranına tutuldu. Yüksek sesle, çığlıklar atarak hıçkırıyordu, ama salondan dışarı çıkmak istemiyordu. Çırpınarak, çıkarılmaması için yalvarıyordu.”  (Karamazov Kardeşler s:920)

•••

“Fakat sanığın ortan­ca kardeşi (İvan Fyodoroviç)  şüphesini yalnız bugün, hastayken, tam bir akıl dengesizliği, humma buhranı içindeyken açıklıyor. Geçmiş iki ay süresince ağabeyinin suçluluğunu kabul ettiğini kesin olarak biliyoruz, bunu yanıltmaya çalışacak en ufak bir ça­bası yoktu.”   (s:940)

•••

Kurtarın beni! diye tekrarladı. Size söylediklerimi dünyada kime söyleyebilirim? Oysa söylediklerimin hepsi gerçek, gerçek, gerçek bunlar! Öldüreceğim kendimi, çünkü her şeyden nefret ediyorum! Her şeyden, her şeyden nefret ediyorum! Niçin beni sevmiyorsunuz, hiç sevmiyorsunuz Alyoşa, niçin? (karaamzov, s:779)

Fyodor Pavloviç’in komşusu Marya Kondratyevna’dan Smerdyakov’un hastalığı hakkında aldığı haber Mitya’yı şa­şırttı, Smerdyakov’un sara nöbeti geçirerek bodruma düşüşünün hikâyesini, doktorun gelişiyle Fyodor Pavloviç’in gösterdiği ilgiyi öğrendi. (s:509) (NOT: Nöbet geçiren her saralı mutlaka düşer, bu nedenle “düşme “ hastalığı olarak da bilinir.)

•••

  • Öyle sanıyo­rum ki beyefendi, yarın bana uzun bir sara nöbeti gelecek.

Nasılmış bu uzun sara nöbeti?

  • Uzun, son derece uzun bir nöbet. Birkaç saat, hatta bazen bir iki gün sürer... Bir defasında üç gün sürdü; tavan arasından düşmüştüm. Kasılmalar bir süre durur, sonra yeniden başlar; tam üç gün kendime gelemedim. Fyodor Pavloviç buranın doktoru Herzenstube’yi getirtti; adam te­peme buz koydu, başka bir ilaç da kullandı... Gidiyordum az daha...

İvan Fyodoroviç, tuhaf, karşı konulmaz bir ilgiyle,

  • Saranın ne zaman geleceği önceden belli olmazmış derler; yarın tutulacağını nereden biliyorsun? diye sordu.

  • Belli olmaz, doğrudur.

  • Hem o zaman tavan arasından düşmüşsün.

  • Tavan arasına her gün çıkarım ben; yarın gene düşe­bilirim. Tavan arasında olması şart değil ya, bakarsınız bod­rumda düşerim, iş icabı bodruma da her gün inip çıkıyorum.

İvan Fyodoroviç onu uzun uzun süzdü. Yavaşça, ama tehditle,

  • Saçmalıyorsun sen galiba, dedi, söylediklerin birbirini tutmuyor pek... Yoksa yarın üç günlük sara nöbeti rolü mü yapacaksın?  (359)

•••

  • Ya ben o sırada sara nöbetine tutulmuş olursam, na­sıl bırakmam! Bu kadar gözü pek olduğunu bildiğim halde kendim de karşı koymaya cesaret etsem bile...

  • Nöbet geleceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorsun, şeytanın dölü? Yoksa benimle alay mı ediyorsun?

Sizinle alay etmek ne haddime! Hem de bu korku varken... sırası mı? Nöbet geleceğini hissediyorum, önsezi bu, aşırı korkunca mutlaka gelir. “ (s-361)

•••

“Ama İvan Fyodoroviç, birdenbire, Smerdyakov’u o şaş­kın haliyle bırakarak güldü ve gülmeye  devam ederek hızla kapıdan içeri girdi. O anda yüzüne bir bakan olsa neşesin­den gülmediğini anlardı. Zaten kendisi de o sırada içinde bulunduğu durumu açıklayamazdı. Hareketleri, yürüyüşü insana nöbet geçiriyormuş hissi veriyordu.”  ( s:365)

•••

“Fyodor Pavloviç’i son derece telaşlandıran bir olay oldu: Bir şey almak için bodruma inen Smerdyakov, merdivenin üst basamağından aşağı yuvarlandı. Bereket o sırada avluda bulunan Marfa İgnatyevna gürültüyü duy­du. Düştüğünü görmedi, ama çığlığını, özel, garip, öteden beri bildiği, nöbete tutulan saralılara özgü çığlığını duydu. Nöbete merdivenden inerken tutulmuşsa, tabii o zaman baygın halde düşmesi gerekirdi; belki de nöbet, düşmesi yüzünden gelmişti. Hangisinin doğru olduğu anlaşılamadı. Smerdyakov’u bodrumun dibinde, ağzı köpürmüş, sarsın­tılar içinde buldular. İlkin kolunun, bacağının, bir yerinin kırıldığını sandılar. Ama Marfa İgnatyevna’nın söyleyişiyle “Tanrı korudu” da böyle bir şey olmadı./…./ Hasta bir türlü kendine gelemiyordu; nöbetler arada bir kesilir gibi oluyor, yeniden başlıyordu. Oradakiler bu nöbeti, geçen yıl kaza ile tavan arasından düştüğü zamankine benzetiyorlar­dı. O zaman tepesine buz konulduğunu hatırladılar.” (karamazov, s-374)

•••

“... Sarası yüzünden Smerdyakov “tavuk gibi ödlek­ti...” “Yere kapanarak ayaklarımı öperdi...” Sanık, bu gibi açıklamaların lehine olmayacağını henüz kavrayamadığı zamanda söylemişti bunu bize. Kendine has bir dille, “Sa­ralı tavuk,” derdi Smerdyakov için.  (s: )
“Önce genç üniversiteliyi, sonra da annemi toprağa verdim. Genç Potrovski’nin soluk yüzü beni hep endişelendiriyordu. Sık sık rahatsızlanıyor, çoğu günlerini odasında yatarak ve kitap oku¬yarak geçiriyor; okuluna doğru dürüst devam edemiyordu. Hastalığı yüzünden resmî bir daireye giremiyordu. Kendisine iyi bir maaşla teklif edilen öğretmenlik işini de kabul etmemişti. Bir türlü kurtulamadığı ve ne olduğunu bilemediğim hastalık yüzünden huyu değişmiş; o nâzik insan hırçın, alıngan, kinci biri olup çıkmıştı. Birbirimize bütün sıkıntılarımızı çekinmeden açtığımız halde, hastalığından söz etmek istemiyordu. /.../ Genç üniversiteli, doğum gününü kutladığımızdan iki ay son¬ra, yağmurlu bir sonbahar akşamı, ders vermeye gittiği evden ilik¬lerine kadar ıslanmış olarak odasına döndü. Hastalanacağından korktum. /.../ O günün sabahı, erkenden, Potrovski’nin odasına gittim. Tahmin ettiğim gibi, hastaydı ve yatıyordu. Kendinde değildi. Ateşi vardı. Sayıklıyordu. Babasından, benden, üniversiteden, kitaplar¬dan bahsediyordu. İki saat kadar yanında kaldım. Su verdim. İlacı olup olmadığını sordum. Cevap verecek durumda değildi. /.../ Üç gün boyunca hastanın başını bekledim. Dördüncü günün akşamı, Potrovski iyice fenalaştı. Sayıklamaların yerini yeni titremeler ve vücut kasılmaları almıştı. Ölecek diye korktum. Yarım saat sonra doktor geldi. Üniversiteliyi iyice muayene etttikten sonra, ümitsiz bir şekilde başını salladı: "Hastanın durumu çok kötü; yarına zor çıkar.” dedi./../ Sabaha doğru, hasta kendine gelir gibi oldu. Genç Potrovski’nin bilinci yerindeydi. Hepimizle vedalaştı. Sonra tekrar ağırlaştı. Boğuk sesiyle bir şeyler demeye çalışıyor; yalvarıyordu. Su götürdüm, başını çevirdi. İstediği su değildi. Bakışlarından pencereyi işaret ettiğini anladım. Gidip perdeyi açtım. Hava ışımıştı; ama güneş yoktu. Gökyüzünü sisli bir bulut perdesi sarmıştı. Yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları cama vurarak kirli sızıntılar halinde aşağı kayıyordu. Hasta, hüzünlü gözlerle bana baktı; başı yana düştü. Ölmüştü.” (İnsancıklar, s: 48)
♦♦
Yumruklarını sıkarak üzerime yürüdü. O anda, birdenbire insan sesine benzemeyen bir haykırış duyuldu. O tarafa baktım. Hareketsiz duran Elena birdenbire korkunç, doğal olmayan bir çığlıkla kendini yere attı, çaresizce çırpınmaya başladı. Yüzü çarpılmıştı; sara nöbeti geçiriyordu. Saçı başı dağınık, boyalı kızla alt kattaki kadın koşarak çocuğu kaldırdılar, yukarıya götürdüler. Azılı kadm da arkasından, Geber inşallah yaramaz! diye haykırıyordu. Bir ayda üçüncü bayılması bu.(Ezilenler, s:146.)
♦♦
“Nataşa ölü gibi sararmıştı. Alyoşa’nın çenebazlığı devam ederken gözlerini ondan ayırmıyordu; fakat bakışı gittikçe donuklaşıp sabitleşiyor, yüzü soluyordu. Sonunda dinlemez olmuş, kendinden geçmiş gibi göründü. Alyoşa’nın seslenişi onu uyandırmıştı sanki. Kendini toparladı, etrafa bakındı. Sonra birdenbire bana atıldı. Hızla, aceleyle ve Alyoşa’dan saklamak ister gibi cebinden bir mektup çıkarıp verdi. Büyüklerine bir gün önce yazdığı mektuptu. Uzatırken bakışı bir kuvvet bağlamış gibi benden ayrılmıyordu. İçinde sonsuz bir ümitsizlik vardı. Bu acı bakışı ömrümün sonuna kadar unutamam. Beni de bir korku sardı. Nataşa’nın ancak o sırada yaptığı hatayı anladığını gördüm. Bir şeyler söylemek için bocalıyordu. Konuşmaya başladı. Sonra birdenbire kendini kaybetti. Düşmesine kalmadan onu yakaladım. Alyoşa korkusundan sapsarı kesilmişti. Kızın şakaklarını ovuyor, ellerini, dudaklarını öpüyordu. Bir iki dakika sonra Nataşa kendine geldi.” (Ezilenler, s60-61) .
♦♦
(Raskolnikov) Ancak akşama doğru odasına döndü. Demek ki ara¬dan tam altı saat geçmişti. Nereden ve hangi yollardan döndüğünü kendisi de hatırlamıyordu. Soyunarak ve çok yürümüş bir beygir gibi titreye titreye divana uzandı, paltosunu başına çekti, hemen kendinden geçti.” (Suç ve Ceza, I.cilt, s: 175)
♦♦
“Önce şunu belirteyim ki iki üç dakikadan beri Lizeveta Nikolayevna yeni bir nöbet başlangıcı içinde gibiydi. Annesien söylediğini fduyamam içimn kendisine doğru eğilmiş olan Mavrikiyt Nikolayeviç’e hızlı hızlı bir şeyler mırıldanıyordu. Yüzü aceleci ve kararlıydı. Sonunda yerinden kallktı; vakit geçirmeden çıkıp gitmek istiyormuş gibiydi. (Ecinniler, s:203)
•••
“Delikanlı (Raskolnikov) yanıt vermiyordu. Nastasya yanında duruyor, dikkatle onu süzüyor, yanıdan da gitmiyordu.
-Nastasyacığım bana su ver!...
Nastasya aşaşağı indi. İki dakika sonra da su dolu , beyaz bir toprak maşrapayla döndü. Ama delikanlı bundan ötesini pek hatırlamıyordu. Yalnız bir yudum soğuk su içtiğini ve maşrapadaki suyu da göğsüne boşaltığını biliyordu.
Sonra kendini kaybetmişti.” (Suç ve Ceza, s :177)
•••
“Kim bilir, Varvara Petrovna, öyle zamanlarda ona nasıl bir kızgınlıkla bakardı. Ama aradan bir hafta, bir ay, hatta altı ay geç¬tikten sonra bir gün, Varvara Petrovna, onun filan filan mektubunda yazdıklarını bir bir yüzüne vurmaya başlar, pek acı şeyler de söylerdi. Stepan Trofimoviç o anda yerin dibine geçer, utancından kızarır, bir süre sonra da
elleri, çeneleri kilitlenir, midesi sancılanır, düşer bayılırdı. Bu çeşit bayılıp ayılmalar, kimi sinir bunalımlarının doğal sonucuydu, bu hastalık onun beden oluşu¬munda da ilginç bir tuhaflık doğurmuştu.” ( Ecinniler, s:13) (NOT: Bu romandaki Stepan Trofimoviç , Dostoyveski’nin kendisidir. Geçekten, Dostoyveski öldüğünde 60 yaşında olduğu halde, fiziksel görünümü 100 yaşındaki bir malulü andırıyormuş. )
♦♦
Raskolnikov, şapkasını alıp kapıya doğru yürüdü ama oraya varmadı. Kendine geldiği zaman, baş katiple İlya Petroviç arasında bir iskemlede oturoyodu. Elinde bir bardak sıcak su vardı.” (Suç ve Ceza,s: 85)
♦♦
Başı, yine dönmeye başlar gibi oldu. “Neredeyse düşeceğim!” diye düşündü. Ama bereket versin , yabancı adam konuşmaya başladı da, Raskolnikov hemen kendini topladı.” (Suç ve Ceza , I. cilt s:133)
♦♦
Başkatip kağıdı aldı ve başkalanyla ilgilenmeye başladı! Raskolnikov, kalemi geri verdi. Ama kalkıp gideceğine, dirseklerini masaya dayadı ve yüzünü ellerine gömdü. Kafatasına bir çivi çakılıyordu sanki. Biraz düşünsem daha mı iyi olur? dedi kendi kendine . Ama birden bire, döşemeye kök salmış gibi düştü ...” (Suç ve Ceza , I. cilt sJ

♦♦
“Çay içmek için salona çıktım. Semaver, aynı zaman¬da rehin dükkânı olarak kullandığımız salona getirilir, ça¬yı karım kendisi doldururdu. Sessizce oturdum, dolu bar¬dağı karımın elinden aldım. Ancak beş dakika sonra onu yüzüne baktığımda korkunç derecede solgun olduğunu gör¬düm, dünkünden daha solgundu, o da beni dikkatle süzü¬yordu. Benim kendisine baktığımı görünce gözlerinde çe-kingen bir soru belirdi, soluk dudaklarıyla hafifçe gülüm¬sedi. /.../ Karım yeni yatağına sessizce yattı: Evliliğimiz bozulmuştu, “yenik düşmüş, ama bağışlanmamıştı”. Gece durmadan sayıkladı, sabaha doğru sinir nöbeti başladı. Tam altı hafta yataktan çıkmadı.” (Uysal Kız, s:118)
♦♦
Porfiri hızla döndü, pencereyi açmaya koştu.Biraz temiz hava size iyi gelir? Sonra, bir yudum s içseniz fena olmaz yavrucuğum? Yine bir nöbet geçiriyorsunuz. Porfiri bunları söyledikten softra, su getirmek için kap a atıldı. Ama tam bu sırada, köşfede su dolu bir sürahi g’ üne ilişti. Sürahiyi alarak Raskolnikov’un yanına koştu:îçin dostum, için! diye fısıldandı. Belki iyi gelir.Porfiri Petroviç’in korku ve üzüntüsü öylesine tabii i ’ Raskolnikov sesini kesti. Yabanı|bir merakla onu incelemeye koyuldu. Ama suyu içmedi.” (Suç ve Ceza, s:)
♦♦
Sevgili Rodyon Romanöviç’im benim, sizi temin ederim ki, öyle yaparsanız aklınızı oynatırsınız! Ah, ah! Bira su için, hiç olmazsa bir yudumcuk atın! Porfiri bu sözlerle, onu, bardağı eline almaya zorladı, Raskolnikov bir makine davranışıyla suyu dudaklarına götürürken, birdenbire, kendine geldi. Bardağı, tiksinti He masanın üzerine koydu. Porfiri dostça bir üzüntü ile, ama hâlâ şaşkın bir tavırla,”Yine bir nöbet geçirdiniz! “dedi Yine eski hastalığınızı teptireceksiniz! Aman Allah’ım, nasıl da kendinizi hiç korumuyorsunuz? (Suç ve Ceza, s:92)
♦♦
Merdivenleri bin bir zorlukla, neredeyse sürünerek çıktım, evimin olduğu kata vardığımda başjiönmesi başladı. Kendimi evin içine zor attım Odanın ortasına gelir gelmez yığıldığımı ve bir de Elena’nın çığlık atarak ellerini birbirine vurup düşmeme engel olmak için bana doğıulduğunu hatırlıyorum, sonrasını bilmiyorum....Elena’nın sonradan anlattığına göre, tam o sırada yemeğimizi getiren kapıcıyla birlikte beni sedire uzatmışlardı. Ancak sabahın ilk saatlerinde kenime gelebildim.Uyandığım zaman kendimi iyice canlanmış hissediyordum:? Geçirdiğim rahatsızlıktan yalnız üstümdeki halsizlik ve ağırlık kalmıştı. Böyle beklenmedik anlarda gelen sinir krizlerini eskiden de, geçirirdim, alışıktım. Hastalığım genellikle yirmi dört saatten fazla sürmediği halde beni çok hırpalardı.” (Ezilenler, s:200)
♦♦
Liza, oturduğu yerden biraz doğruldu, sonra he¬men, anasının bağırtısına usulen gereken dikkati bile göster¬meksizin gene oturdu. Bu davranışında bir kasıt yoktu; o anda başka, çok büyük bir şeyin etkisindeydi. Dalgın dalgın, havada bir yere bakıyordu.” (Eccinniler, s: 162)
•••
“Liza’yı bir gülme almıştı., önce içten , sonra sarsıpla sarsıla , ama bu giderek arttı, yükseldi; en sonunda kahkahalara dönüştü, Genç kız kıpkırmızı kesildi. Bu deminki somurtkanlığıyla taban tabana karşıt bir şeydi. Nikolay Vsevolodoviç, Varvara Petrov na’yla konuşurken, Mavrikiy Nikoloyeviç’e, gizli bir şey söyleye çekmiş gibi bir iki kez işaret etti; ama delikanlı ona doğru eğildi ği zaman genç kız makaraları koyverdi. Bu da, sanki zavallı Mav rikiy Nikolayeviç’e gülüyormuş gibi oluyordu. Bu arada kendim tutmaya çalışıyor, mendiliyle dudaklarını kapatıyordu. /.../ Sarsıla sarsıla gülmeye başladı. Şakaları, alayları yavandı, ama, herhalde parlak konuşayım diye de kendini zorlamıyordu.
Stepan Trofimoviç bana:
Sinir nöbeti...” diye fısıldadı. “Çabuk, bir bardak su.”
Anlaşılmıştı. Bir dakika sonra hepsi genç kızın başına üşüş¬tü, su getirdiler. Liza, kollarını annesine doladı, onu üst üste öp¬tü, sevdi, başını onun omzuna dayayıp ağladı, sonra geri çekilip yüzüne baktı; derken gene sarılarak ağlamaya başladı. Bu sefer, annesi de ağlamaya koyuldu. Varvara Petrovna her ikisini alıp, Darya Pavlovna’nın girmiş olduğu kapıdan, kendi dairesine gö¬türdü.” (Ecinniler, s: 195-196.)
•••
“Önce şunu belirteyim ki iki üç dakikadan beri
Lizeveta Nikolayevna yeni bir nöbet başlangıcı içinde gibiydi. Annesine ne söylediğini duymak için kendisine doğru eğilmiş olan Mavrikiy Nikolayeviç’e hızılı hızlı bir şeyler mırıldanıyordu. Yüzü aceleci ve kararlıydı. Sonunda yerinden kallktı; vakit geçirmeden çıkıp gitmnek isitiyormuş gibiydi.” (Ecinniler, s:203.)
♦♦
(Raskolnikov) Böylece uzun bir süre yattı. Arada sırada uyanır gibi oluyor ve o dakikalarda gecenin bir hayli ilerlemiş oldu¬ğunu fark ediyordu. Ama, kalkıp oturmak aklına gelmiyor¬du. Sonunda ortalığın gün ışığıyla aydınlandığı fark etti. Divanın üstünde, az önceki baygınlığından hala kendine gelmemiş bir halde, sırtüstü yatıyordu.“ (Suç ve Ceza , I cilt, s: 139)
♦♦
(Raskolnikov) Bitikin bir halde divana çöktü. Hemen korkunç bir titirme nöbetiye sarsılamaya başladı. Mekanik bir hatreketle, yanı başında , bir sandalye üstünde duran kıışlık, kalın, ama delik deşik olmuş eski öğrenci palatosunu alıp sırtına çekti. Uyku ve nönbetle kendisiden geçti.” (Suç ve Ceza I. Cilt. s 143)
♦♦
Delikanlı(Raskolnikov) eline baktı: sağ elinde kesilmiş paça parçaları, çorap ve cep astarları vardı. Elindekilerle uyumuştu. Sonraları, bu olayı düşünürken, nöbetleri arasında yarı uyandığı zaman bütün bunları elinde sımsıkı tuttuğunu ve bunlarla yendien uykuya daldığını hatırladı.”( Suç ve Ceza, I. cilt, s: 146.)
♦♦
(Raskolnikov) Saman Pazarından dönünce, kendini divanın üstüne attı; Ve tam bir saat, öylece, hiç kımıldamadan oturdu. Bu arada, hava kararmıştı. Mumu yoktu, odanın aydınlatılması gerektiği aklına bile gelmedi. Bu bir saat içinde ne düşündüğünü sonradan bir türlü hatırlayamadı. Sonunda, tüm vücudunun titremekte olduğunu fark etti ve odasında olduğuna sevinerek, divanın üstüne uzandı. Kısa bir zaman sonra, kurşun gibi ağır uyku, onu ezercesine üstüne çöktü. Uzun bir zaman, rüya görmeden uyudu. Ertesi sabah, saat onda odasına giren Nastasya, onu güçlükle uyandırdı.” (Suç ve Ceza, I .cilt, s: 55.)
•••
Sividrigaylov mumu yerine koydu, yatağa oturdu ve düşünceye daldı./.../ .Bu sırada dana kızartması ve çayla gelen partal kılıklı adam, bir defa daha «başka bir şey isteyip istemediğini» sormaktan kendini alamadı. Yine olumsuz bir yanıt alınca, bu sefer temelli çekilip gitti Sividrigaylov, ısınmak için hemen çaya sarıldı ve bir bardak içti Ama, hiç iştahı olmadığı için, yemeğe el bile sürmedi,
bütün belirtiler, onda, bir nöbetin başladığını gösteriyordu. Paltosunu, ceketini çıkardı, yorgana sarınarak yatağa yattı. Canı sıkılmıştı. “Bu sefer sağlığının yerinde olması hepsinden iyi olurdu” diye düşündü ve gülümsedi. Odanın havası boğucu idi. Mum zayıf bir ışıkla yanıyor, dışarda rüzgâr uğulduyordu. Köşelerden birinde bir fare, bir şeyler kemiriyordu. Zaten bütün oda, sanki fare ve deri kokuyordu./.. / (Ecinniler,s: )
♦♦
Onun sorularını cevaplarken  söz arasında, gerçekten  de uzun süre , dört yıldan fazla  yurt dışında olduğunu, saraya veya titremeli , kasılmalı kora hastalığına benzer tuhaf bir sinirsel rahatsızlık  nedeniyle ortaya gönderildiğini açıklamıştı (budala, s:s:3)

xxx

“Eve vardığımda sıtmadan tir tir titriyordum. /…/ Sabaha kadar zangır zangır titremeye başladım,  (budala,s: s-13)”

♦♦

Tam zekâsının meyvelerini toplayacağı zaferin kendisine gülümsediği bir sırada, herşey altüst olur. En elverişsiz, en ilgi çekici bir yerde düşüp bayılır. Tutalım ki bunu hastalıkla, odadaki boğucu hava ile açıklamaya çalışsın! Ama işte ne de olsa bu, mide bulandırıcı bir şeydir, bir ipucudur. (Suç ve Ceza,II .Cilt, s: 90.)
♦♦
Rodyon Romanoviç, hayatınızda bir sefer olsun kız kardeş¬nizin gözlerinin bazen nasıl tutuşabildiklerini görseydiniz! Koca bir bardak şarabı dikip şimdi sarhoş olduğuma bakmayınız! Size söylediklerimin hepsi doğrudur. Sizi temin ederim ki, bu bakışlar rüyalarıma bile giriyordu. Nihayet, artık onun etek hışırtısına bile dayanamaz olmuştum. Doğrusu sara illetine tutulacağından korkuyordum.” (Suç ve Ceza,cilt II, s:270)
♦♦
Anlayıp kelimelerle ifade edemiyordu. Her şey bir yumak gibi sarıla sarıla aynı noktaya geliyordu. “Hayır, yeniden bir mücadeleye atılmak, daha iyi olacak!..Tekrar Porfiri ile ya da Sividrigaylov ile çarpışmak daha iyi... Hemen elden geldiğince çabucak birisine meydan okumak... birinin saldırısına hedef olmak... Evet! Evet!” diye düşündü. Koltuk meyhanesinden adeta kaçar gibi fırladı. Annesiyle kız kardeşi Dunya’yı anımsamak, nedense birdenbire onda, içini bozguna uğratan bir korku yarattı. O gece sabaha karşı Krestovski adasının çalıları arasında, humma nöbetleri içinde tir tir titreyerek uyandı. Kalkıp evine yollandı ve ancak sabahın erken saatlerinde evine varabildi. Birkaç saat uyuduktan sonra nöbet geçti. Ama geç vakit uyanabildi. Öğleden sonra saat iki olmuştu.” (Suç ve Ceza,II. Cilt, s:222)
♦♦
•••
Sividrigaylov mumu yerine koydu, yatağa oturdu ve düşünceye daldı. ....bütün belirtiler, onda, bir nöbetin bağladığını gösteriyordu. Paltosunu, ceketini çıkar¬dı, yorgana sarınarak yatağa yattı. “Artık uyukluyordu. Nöbet titremeleri yavaş yavaş diniyordu. Birdenbire yorganın altında, kollarının bacaklarının üzerinden bir şeyin geçtiğini duyar gibi oldu. İrkildi: “Hay Allah belasını versin. Herhalde fare olacak! Dana kızart¬masını masanın üstüne bırakmıştım...” diye düşündü. Açınıp kalkmayı, üşümeyi hiç de canık istemiyordu. Ama birdenbire yine bacağında hoşa gitmeyen bir sürtünme oldu. Üzerinden yorganı atarak mumu yaktı. Bir nöbet titremesi içinde, yatağa eğilip baktı; hiçbir şey yoktu. Yorganı kaldırp silkti, birdenbire yatak çarşafı üzerine bir fare sıçradı. Fareyi yakalamak için atıldı. Ama fare yataktan kaçmadı. Dört bir yana zikzaklar çizerek, parmakları arasından kayıyor, avuçları içinden kaçıp kurtuluyordu. En sonunda yastığın altına gizlendi. Sividrigaylov yastığı kaldırıp attı, ama o anda koynuna bir şeyin sıçradığım, gömleğinin altında, vücudunda, sırtında, gezindiğini duydu. Sinirli sinirli titreyerek uyandı. Oda karanlıktı. Kendisi de az önce olduğu gibi,yorgana sarınmış bir halde yatağında yatıyordu. Pencferenin aj tında rüzgâr uluyordu. Öfke ile: “Ne kötü bir şey!” diye söylendi. “(Suç ve Ceza, II. Cilt, s:316)
♦♦
Ama siz böyle neye sarardınız Rodyon Romanoviç? Yoksa hava mı sıcak? Pencereyi açayım mı? /.../ Porfiri hızla döndü, pencereyi açmaya koştu.
- Biraz temiz hava size iyi gelir? Sonra, bir yudum su içseniz fena olmaz yavrucuğum!
Yine bir nöbet geçiriyorsunuz.
Porfiri bunları söyledikten sonra, su getirmek için kapıya atıldı. Ama tam bu sırada, köşede su dolu bir sürahi gözüne ilişti. Sürahiyi alarak Raskolnikov’un yanma koştu:
- İçin dostum, için! diye fısıldadı. Belki iyi gelir.
Porfiri Petroviç’in korku ve üzüntüsü öylesine tabii idi ki Raskolnikov sesini kesti. Yabani bir merakla onu incelemeye koyuldu. Ama suyu içmedi.
- Sevgili Rodyon Romanoviç’im benim, sizi temin ederim ki, öyle yaparsanız aklınızı oynatırsınız! Ah, ah! Biraz su için, hiç olmazsa bir yudumcuk alm!
Porfiri bu sözlerle, onu, bardağı eline almaya zorladı. R
askolnikov bir makine davranışıyla suyu dudaklarına götürürken, birdenbire, kendine geldi. Bardağı, tiksinti ile masanın üzerine koydu.
Porfiri dostça bir üzüntü ile, ama hâlâ şaşkın bir tavır¬la:

Yine bir nöbet geçirdiniz! dedi. Yine eski hastalığınızı teptireceksiniz! Aman Allah’ım, nasıl da kendinizi hiç korumuyorsunuz?” (Suç ve Ceza, II. Cilt, s: 91,92.)
•••

♦♦
“Şatov, hiç çekinmeden yüksek sesle bana:"Doğru söylüyor," dedi. "Ona gerçekten uşakmış gibi davranıyor. Lebyadkin su getir diye bağırdığını ben duydum. Bunu söylerken de gülüyordu. Tek fark şu ki Lebyadkin su vereceği yerde sopa atıyor; ama bu, ondan zerrece korkmuyor. Sinir nöbeti geliyor, hemen her gün, bu nöbetier yüzünden belleği harab; o kadar ki, olup biteni hemen unutuveriyor, zaman kavramı yok. Siz sanırsınız ki buraya nasıl geldiğinizi anımsar; belki de anımsıyordur, ama kesinlikle kendisine göre bir biçim vermiştir, bi başka insanlar sanır. Gerçi benim Şatuşka olduğumu unutmuyorsa da... Yüksek sesle konuşmanın önemi yok, çünkü kendisiyle konuşmayanları, hemen dinlemekten vazgeçer, heme kendini hayal dünyasına atar, sessiz sessiz düşlere dalar, evet tam anlamıyla düşlere dalar. Düşçü mü düşçüdür, eşi benzeri yoktur. Sekiz saat, bütün bir gün olduğu yerde böyle oturur. Görüyorsunuz, masanın üstünde ufak bir ekmek var, ihtimal ki sa¬bahtan beri bir lokmasını bile yememiştir. Hatta yarın da yiyip bitiremez. Bakın iskambil falı açmaya başladı.” ”Boyuna falıma bakıyorum, Şatuşka,” dedi. “Ama hiç de istediğim gibi çıkmıyor:” Bunları iskambil sözcüğünü duyduğu için söylemişti, sonra kimseye bakmaksızın sol eliyle ekmeğe uzandı (İhtimal ki ekmek, sözcüğünü de duyduğundan)... Ekmeği aldı, ama sol elinde bîr süre tuttuktan sonra yeniden başlayan konuşmanın herhalde dikkatini başka yana çekmesinden olacak, bir lokma bile kopar¬madı, kendisi de farkında olmadan, onu gene masanın üzerine bıraktı. “Hep aynı şey çıkıyor; bir yol, kötü bir. adam, biri beni alda tıyor, bir ölüm döşeği, bir mektup, beklenmedik bir haber.” (Ecinniler,s: 142)
♦♦
- Hadi otur şuraya, otur, dedi. Bir iş için acele acele geldim. Neyin var senin? Nedir o yüzünün şekîi?
- Biraz keyifsizim. Sabahtan beri başım dönüyor.
- Aman dikkat et Vanya, ihmale gelmez böyle şeyler. Üşüttün herhalde.
-
Hayır, sinir krizi, olur bazen. Siz de pek iyi görünmüyorsunuz Nikolay Sergeyiç.
- Bir şeyim yok. Biraz acele yürüdüm. Bir mesele var da... Otur.
Sandalyeyi çekip tam karşısına oturdum. İhtiyar bana doğru biraz eğilerek, kıza bakmadan, başka şeyden konuşmuyormuşuz gibi davran, diye kadarını toplayabildim.
- Harcamazsan geri verirsin. Şimdilik hoşça kal! Aman Tanrım, ne kadar sararmışsın! İyice hastasın sen...
İtiraz etmedim, parayı aldım. Ne amaçla verdiği apaçıktı,
-
‘Ayakta zor duruyorum’, diye cevap verdim.
- Kendine iyi bak oğlum, iyi bak. Bugün hiçbir yere çıkma. Anna Andreyevna’ya ne halde olduğunu söylerim. Doktor çağırayım mı, ister misin? Yarın gelip yoklarım seni; daha doğrusu kendim ayakta olursam gelmeye çalışırım.” (Ezilenler,s: 192)

Biliyor musun Kkatya, ben seni, beş gün önce , o akşam da seviyordum…yere düştüğün…seni dışarı çıkardıkları zaman (s:1012)

•••

  • Öyle sanıyo­rum ki beyefendi, yarın bana uzun bir sara nöbeti gelecek.

Nasılmış bu uzun sara nöbeti?

Uzun, son derece uzun bir nöbet. Birkaç saat, hatta bazen bir iki gün sürer... Bir defasında üç gün sürdü; tavan arasından düşmüştüm. Kasılmalar bir süre durur, sonra yeniden başlar; tam üç gün kendime gelemedim. Fyodor Pavloviç buranın doktoru Herzenstube’yi getirtti; adam te­peme buz koydu, başka bir ilaç da kullandı... Gidiyordum az daha…

İvan Fyodoroviç, tuhaf, karşı konulmaz bir ilgiyle,

  • Saranın ne zaman geleceği önceden belli olmazmış derler; yarın tutulacağını nereden biliyorsun? diye sordu.

  • Belli olmaz, doğrudur.

  • Hem o zaman tavan arasından düşmüşsün.

  • Tavan arasına her gün çıkarım ben; yarın gene düşe­bilirim. Tavan arasında olması şart değil ya, bakarsınız bod­rumda düşerim, iş icabı bodruma da her gün inip çıkıyorum.

İvan Fyodoroviç onu uzun uzun süzdü. Yavaşça, ama tehditle,

  • Saçmalıyorsun sen galiba, dedi, söylediklerin birbirini tutmuyor pek... Yoksa yarın üç günlük sara nöbeti rolü mü yapacaksın?  (Karamazov Kardeşler 359)

•••

  • Ya ben o sırada sara nöbetine tutulmuş olursam, na­sıl bırakmam! Bu kadar gözü pek olduğunu bildiğim halde kendim de karşı koymaya cesaret etsem bile...

  • Nöbet geleceğine nasıl bu kadar emin olabiliyorsun, şeytanın dölü? Yoksa benimle alay mı ediyorsun?

Sizinle alay etmek ne haddime! Hem de bu korku varken... sırası mı? Nöbet geleceğini hissediyorum, önsezi bu, aşırı korkunca mutlaka gelir. “ (Karamazov Kardeşler s-361)

•••

“Ama İvan Fyodoroviç, birdenbire, Smerdyakov’u o şaş­kın haliyle bırakarak güldü ve gülmeye  devam ederek hızla kapıdan içeri girdi. O anda yüzüne bir bakan olsa neşesin­den gülmediğini anlardı. Zaten kendisi de o sırada içinde bulunduğu durumu açıklayamazdı. Hareketleri, yürüyüşü insana nöbet geçiriyormuş hissi veriyordu.”  ( s Karamazov Kardeşler:365)

•••

“Fyodor Pavloviç’i son derece telaşlandıran bir olay oldu: Bir şey almak için bodruma inen Smerdyakov, merdivenin üst basamağından aşağı yuvarlandı. Bereket o sırada avluda bulunan Marfa İgnatyevna gürültüyü duy­du. Düştüğünü görmedi, ama çığlığını, özel, garip, öteden beri bildiği, nöbete tutulan saralılara özgü çığlığını duydu. Nöbete merdivenden inerken tutulmuşsa, tabii o zaman baygın halde düşmesi gerekirdi; belki de nöbet, düşmesi yüzünden gelmişti. Hangisinin doğru olduğu anlaşılamadı. Smerdyakov’u bodrumun dibinde, ağzı köpürmüş, sarsın­tılar içinde buldular. İlkin kolunun, bacağının, bir yerinin kırıldığını sandılar. Ama Marfa İgnatyevna’nın söyleyişiyle “Tanrı korudu” da böyle bir şey olmadı./…./ Hasta bir türlü kendine gelemiyordu; nöbetler arada bir kesilir gibi oluyor, yeniden başlıyordu. Oradakiler bu nöbeti, geçen yıl kaza ile tavan arasından düştüğü zamankine benzetiyorlar­dı. O zaman tepesine buz konulduğunu hatırladılar.” (Karamazov Kardeşler s-374)

•••

“Daha iki saat önce geçirdiği heyecanın etkisinde, bir sürü “düşünce”yle bunalan Fenya henüz yatmamıştı. Kapı­nın alabildiğine gümbürdediğini duydu, yeniden bir sinir nöbetine. yakalanmaktan korktu. “ (Karamazov Kardeşler s:595)

•••

Korku ve umutsuzlukla ezilen Smerdyakov son günlerde sara nöbetinin yaklaştığını zaten hissediyordu. Eskiden de iç sarsıntıları, büyük kederler geçirince bu başına geliyordu. Buhranın geleceği gün ve saat kesin olarak bilinmemekle beraber her epilepsi hastası nöbete yakalanacağını önceden kestirebilir. Bunu tıp da kabul ediyor. İvan Fyodoroviç evden ayrılır ayrılmaz, Smerdyakov âdeta öksüzleşiyor, kendini kolu kanadı kırılmış hissediyor... Mahzene inerken kafasın­dan, “Acaba nöbet gelir mi, gelmez mi? Ya şimdi burada geliverirse?” diye geçiyor. Bu kuşkulu, sıkıntılı hava içinde sara nöbetlerinde öteden beri olduğu gibi bir yumru boğazı­nı tıkıyor, Smerdyakov kendinden geçerek yuvarlana tekerlene mahzenin dibine düşüyor.   (Karamazov Kardeşler, s:942.)•••

“... Sarası yüzünden Smerdyakov “tavuk gibi ödlek­ti...” “Yere kapanarak ayaklarımı öperdi...” Sanık, bu gibi açıklamaların lehine olmayacağını henüz kavrayamadığı zamanda söylemişti bunu bize. Kendine has bir dille, “Sa­ralı tavuk,” derdi Smerdyakov için.  (s: )

“Yemeklerde  boynunuza peçete bağlıyorlar mıydı prens?

Çok önceleri, sanırım yedi yaşımdayken  bağlıyorlardı.

Ama şimdilerde yemek yerken peçeteyi dizlerime koyuyorum.

Öylesi de gereksiz. Ya nöbetleriniz?

Prens biraz şaşırmış gibi,

Nöbetlerim mi? diye sorudu. Artık çok seyrek nöbet geliyor. Doğrusunu isterseniz bilmiyorum…. Buranın iklimin  bana iyi gelmeyeceğini söylüyorlar. “(Budala, s:65)

•••

Ordinov, zavallı ihtiyarın çok sert bir sara  nöbeti  geçirmekte olduğunu anlamıştı(Ev Sahibesi,s:63.) 

Dr. Sadık Top  Biyokimya Uzmanı

Van Lokman Hekim Hayat Hastanesi

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.