Bu haber kez okundu.

Dr. Sadık Top’un Kaleminden:Modern Bilimin Kökleri-2
banner229

Modern Bilimin Kökleri-2  

MİT–FELSEFE-BİLİM

  Mit, yaşamı açıklamaya çalışan tanrısal hikayelerdir; “soyut”tur ve sadece ‘sosyal evren’de vardır. Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne demektir. Bilim ise, gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır; “somut”tur.  

Yani, bilim fiziki dünya (madde) ile ilgilenir. “Mit”, fiziki dünyanın karşıtı “metafizik” ile ilgilenir. Metafizik, fizikten sonra sergilenen ve öğretilen şey olarak tanımlanabilir, ama bu sözcük hiyerarşik anlamda üstün olanı (Tanrı, sır), doğanın ötesinde olanı, maddeden ayrı olanı da tanımlayabilir. Bu tanımlardan da anlaşılacağı gibi, birbirine cepheden karşıtmış gibi algılanan “mit” ve “bilim” kavramları aslında göründüğü/gösterildiği gibi değildir; en son tahlilde, “mitsel düşünce”den felsefe, felsefeden “bilimsel düşünce” doğmuştur.

  “Uygarlık Süreci-1” derleme yazımda (Bkz: Medyasiirt) “Neolitik dönüşüm”ün insan düşüncesinin kritik bir evrimi olduğu  kaydedilmişti. Bu dönemin öncesi açık bir biçimde bilinmemekle birlikte ilk insan kümelenmelerinin olduğu dönem olduğu öngörülmekte ve MÖ 40 000 –10 000 yıllarını kapsayan “Eski Taş Çağı” olarak adlandırılmıştır. Bu süreç materyalistler tarafından “yabanıllık dönemi” olarak nitelenmiştir (Bkz: Uygarlık Süreci-1, Medyasiirt). Kümelenerek toplu yaşamak insan soyunun varolabilmesi için zorunluluktu. Çünkü insan zayıf yaratıktır. Hayatını sürdürebilmesi için birarda yaşamak zorundadır. Böylece, bir yandan toplu yaşamın bir sonucu olarak kültürün ortaya çıkması ve bu sayede (silah da dahil) araç-gereç üretimini başarırken, diğer yandan topluluğun (sürünün) savunma gücünde kendisini tehlikelerden koruyabilmiştir. İşte bu süreçte, doğa ile kurdukları ilişkilerde deneyim azlığı, bunlardan sağlanan anıların birbirinden kopukluğu, genellemeye gitme olanaklarının kısıtlılığı vb nedenlerden dolayı; başka bir söylemle, insanın doğa karşısında hem bedenen,  hem de bellek bakımdan  zayıf (aciz) olması nedeniyle, gözlemlediği doğanın dışında güçler hayal ederek onlara sığınma gereksinimi  duymuştur. İşte bu sığınılan güçler “metafizik” ya da “doğaüstü” (doğanın dışında) güçler olarak nitelenmiştir.

    Mitsel düşüncenin temelinde “felsefi doktrin” olarak da adlandırılan animistik düşüncelerle ifade edilen ilkel bilincin teknikleri olan sihir-büyü vardır. Gerek geçmişte, gerekse zamanımızda yaşayan ilkel insanların doğa ve  dünya üzerinde  çok dikkate değer görüşleri kavramaya çalışırken Animizm kavramı kullanılmıştır. Animizm, dar anlamda, ruhla ilgili kavramlar kuramı, geniş anlamdaysa genellikle tinsel (ruhsal) varlıklar kavramıdır; dışardan cansız görünen doğanın ruhlandırılması yani canlandırılmasıdır. Kısacası, ilk insanlar, başta ölüm olmak üzere, doğum, yağmur, fırtına, sıcak- soğuk, yansıma, vb doğada cereyan eden olaylara akıl erdirmek, yorumlayabilmek, yani onlara egemen olmak için doğanın dışında (doğaüstü) bir takım güçlerden yardım istemişlerdir. Yani, Metafizik düşünce, atalarımızın somut-pratik uğraşları sonuncu geliştirdikleri bir düşünce sistemidir. İnsan evrimleştikçe –uygarlık yolunda ilerledikçe- bu düşünce de büyü-sihir-din gibi evlerden geçerek sonunda felsefeyi doğuracak, “felsefi düşünce”den de bilimsel düşünce doğacaktır.  O halde, bilim yalnızca ussal, bilimsel süreçlerin ürünü değildir. Bilimsel keşiflerin temelinde us dışı, mantık dışı, bilim dışı öğelerin, fizik ötesi, dinsel, büyüsel, hepsinden önemlisi felsefi öğelerin de bulunduğunu bilim tarihi bize göstermektedir. Kısacası, mit ve bilim insan düşüncesinin ürünleridir, bu nedenle insanın tarihinden soyutlanarak ele alınamazlar.

İnsan yaşamını kolaylaştırmak, refahını arttırmak için yapılan faaliyet “uygulamalı bilim”dir. Uygulamalı bilim "ilk insan"la, daha doğrusu “insanımsı insan”la (Homo Erektus) başladı; taşın bir kenarını incelterek avı öldürmede kullanılan bir silah (taş balta) haline getirilmesini belki binlerce, belki de milyonlarca yıllık bir süreçten sonra düşünebildi ve yapabildi. Böylece, uygulamalı bilimin, taştan aletler yapmayı başaran ilk insanla (Homo Erektus) ile başladığını, saban, balta, su yolu, mızrak, değirmen, kumaş dokuma aletleri, değirmen, vb aletlerin yapıldığı yerleşik-tarım toplumlarında çok geliştiği, “bilimsel bilgi”nin ise Eski Yunan toplumunda doğdu bilimsel saptamalardır.

  Bilimsel düşüncenin ilk filizlendiği düşünsel alan felsefedir. Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne demektir. Bir nesne, olay ya da sürecin nesnel gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir.  Düşünsel bir etkinliğe “bilimsel düşünce” denebilmesi için “kuram: teori” oluşturulması gerekir: Bu kuram (teori) sonuca (veri) giden süreci, yani sonucu doğuran nedenleri, bir sistem içinde açıklayabilmeli ve bu sistem tekrar edilebilir deneylerle aynı sonucu (veriyi) sağlamalıdır.  Felsefe ile bilimin iç içe geçerek ve sinerjik etkileşim içinde birbirini nasıl geliştirdikleri bilim tarihinin özünü oluşturmaktadır. Nitekim, Felsefe ve filozof sözcükleri ilk kez İ.Ö. 5. yüzyılda  “Eski Yunan (Grek)” toplumunda kullanılmaya başlamıştır; oysa, “bilim adamı” sözcüğü 1840’ tan önce bilinmiyordu, o yıl İngiliz bilimci William Whewell  tarafında kullanılmıştır.  

  Felsefe deyince, Yunanistan'da İ.Ö. 600 yıllarında doğmuş Yeni bir düşünüş biçimi kastedilir. Felsefe, Grekçe “Philosophia” sözcüğünün Türkçe söylenişidir. Philosophia, Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen "phileo" ile bilgi, bilgelik anlamına gelen "sophia" sözcüklerinin birlikte kullanılmasından türeyen sözcüğün işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disipline denir. Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başka bir söylemle, felsefe, varlık ve düşünmeyi oluşturan ilkeler, gerçeklik ve nedenselliğin araştırılmasıdır.

   Mitler doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürünü öykülerdir. İnsanların tüm sorunlarına çeşitli dinler yanıt getiriyordu. Yani yaşam kuşaktan kuşağa aktarılan tanrısal hikayelerle açıklanıyordu. Evrenin ve insanın yaratılışı, dahası, doğa güçlerinin birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da vermeleri nedeniyle ve böylece evrenin bilinmezliği karşısında iç huzur sağladıkları için herkes mitlere inanıyordu. Ancak, dönemin her toplumunda olduğu gibi, kültürünün temelinde mitsel hikayeler olan Eski Yunan toplumunda (Grek Uygarlığı) doğadaki olayları tanrısal hikayelerle açıklamaya çalışan düşünceyi (mit) reddeden, aklı rehber edinen ve bugün “bilimsel düşünce” olarak bilinen yeni bir düşünce/düşünme tarzı doğmaya başlar.

Yunan kültürü çok tanrılı Hint kültüründen kök alır ve asıl besleyici damarı mitolojidir. Bununla birlikte -tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı-, İ.Ö.700’lerden itibaren çok gözde olan mitolojik anlatıların açıklayıcılık iddialarından kuşku duymaya, en azından benimsemediklerini ifade etmeye başlarlar ve böylece felsefe bilimi doğar. Felsefe mitolojiden-dinden doğmuş ve bilmenin ne olduğu ile ilgilenmiştir. Bu nedenle, hiçbir zaman, özellikle de ilk ortaya çıktığı dönemde, yaşamı açıklamaya çalışan mitsel öykülerden(mitolojiden) soyutlanarak değerlendirilemez. Ancak zamanla, içinde yaşadığımız dünyanın ( fiziği=varlığı) konu edinen dalından “ontoloji” yani gerçek bilim doğmuştur. İlk öncü Yunan bilgesi Parmenides (İ.Ö. 540-450), kabul ediliyor. Parmenides, türdeş, kamil, yeterli , küre biçimli bir varlığın olduğunu  ve bu varlığın kendini düşüncede ifade ettiğini söylemiştir. Ona göre hiçlik yoktur; hiçlik ne düşünülebilir ne de  ifade edilebilir: “varlık vardır, hiçlik yoktur”. Böylece, varlığın evrenselliği ile ilgilenen “Ontoloji”, yani varlığın varlık olarak bilimi ortaya çıkar.     

     Fiziki dünyanın karşıtı “metafizik”tir. Metafizik, fizikten sonra sergilenen ve öğretilen şey olarak tanımlanabilir, ama bu sözcük hiyerarşik anlamda üstün olanı, doğanın ötesinde olanı, maddeden ayrı olanı  da tanımlayabilir. Çok kaba bir tanımlamayla, “ Tanrısal varlığın” incelenmesidir. Tanrısal varlık, diğer varlıkların –tersine, nicelik, nitelik, zaman mekan gibi kategorilere bağlı değildir. Doğuma, oluşuma ve ölüme yabancıdır. O, geri kalan her şeyi harekete geçiren en yüce sebep, ilk motordur. Ve bunu iradesiyle yapar, harekete geçirdiği şeye bağlı değildir. Tanrı en yüce düşüncedir ve kendi kendine düşünür, o düşüncenin düşüncesidir.  Bu durumda, bilimlerin en yücesi olan  felsefe insan için ulaşılamaz ve tanrıya özgü olacaktır. Tanrı’yı  mutlaklaştıran bu düşünce biçiminden de “Teoloji: İlahiyat: Tasavvuf Felsefesi” doğmuştur. 

  Burada bir parantez açarak Güneşmerkezli Evren Modeli“nin temelindeki mitsel algılamayı örnek olarak vermek istiyorum. Bugün, eskilerin sezgiyle buldukları hayatın gerçek kaynağını biz onların başlattıkları uygarlık sürecinin birikimiyle; “bilimsel bilgi”yle biliyoruz. Biliyoruz ki, güneş yaşamın kaynağıdır: Güneş enerjisi topraktaki maddelere aktarılır; bitkilerin besleneceği maddeler (moleküller) oluşur, böylece güneş enerjisi bitkilere aktarılır; bitkiler büyür-gelişir. Bitkileri (karbohidratlar, bitkisel proteinler, yağlar, vitaminler) hayvanlar yer, bu kez güneş enerjisi hayvansal moleküller (proteinler, yağlar) şeklinde depolanır. Bunlara “yüksek enerjili moleküller” denir; güneş enerjisi elektron denilen enerji yumaklarında(?) depolanır. Bitki ve/veya hayvansal besinleri (molekülleri) insanlar yer, güneş enerjisi insana hayat verir: İnsanın bütün eylemlerini (düşünme, yürüme, görme, duyma, hissetme, vb) yapabilmesi için şart olan enerji (ATP), gerektiği zaman, vücudumuzdaki yüksek enerjili (güneş enerjisi) molekülerdeki elektronların soluk havasıyla aldığımız oksijen ile “oksidatif fosforilasyon” denilen bir dizi reaksiyonlar sonucu birleşmesiyle ortaya çıkar ve kullanılır. Kısacası, hayatımızın kaynağı güneştir, güneş yok=hayat yok.

   Güneş’e tapınan –bilinen- ilk toplum Eski Mısırlılardır. Güneş, Eski Mısır ve Eski Yunan gibi yerleşik (uygar) toplumların yanında Türk-Moğol göçebe (arkaik) toplumlarda da kutsaldı. Örneğin, bir Moğol kabilesi olan Kara Hitaylar ile Uygur Türkleri'nin bir kısmı güneş'e taparlardı.

  İnsanın "GÜNEŞ" e olan hayranlığı, yoğun sevgi ve tapınması  “güneşmerkezli evren” modelinin ve modern uzay biliminin doğmasına neden olmuştur. Bugün uzaya yerleştirilen "uydular" aracılığıyla iletişimi sağlayan televizyon, cep telefonu, vb araçları pratik yaşamımıza sunan modern gökbilimin (uzaybilim) doğmasını da sağlamıştır. Son 30-40 yıldır tanık olduğumuz uzay bilimleri Nicolaus Copernicus ’ un (1473-1543) 400 yıl önce ortaya koyduğu çalışmalarla olanaklı olmuştur. Copernicus, geometrik yalınlık arzusunu karşılayan bir gezegenler sistemi bulmaya girişmişti, 1543’de “Kürelerin Dönmeleri hakkında” adlı kitabı yayınlayarak bilimin dikkatini uzaya çevirdi. Doktor ve Katolik bir papaz olan Copernicus, o güne kadar geçerli olan “yermerkezli” düşünceyi tersine çevirerek “güneşmerkezli” uzay düşüncesini yerleştirdi. “Yermerkezli sistem”in kurucusu Ptolemaios ( MS 150) adlı Eski Yunan bilgesidir. Bu sisteme göre dünya evrenin merkezinde ve hareketsiz dururken, Ay, Güneş, gezegenler ve yıldızlar onun çevresinde eş merkezli bir sistemle, saydam küreler içinde dönüyordu. Copernicus’un kuramı ( MS 1543) ise Ptolemaisos’unkini ters çeviriyordu; Güneş hareketsizdir, Dünya ise iki yönlü hareket eder; günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de Güneş’in etrafında döner.

  Aslında, “Güneşmerkezli Evren” kuramını ilk ileri süren kişi Eski Yunan bilgesi Aristarchus (M.Ö. 310-230)’tur. Aristarkus, güneşin ve diğer gök cisimlerinin dünyadaki gibi topraktan, taştan olduklarını, kutsallıklarının olmadığını söylemiş ve güneşin sabit olduğu ve dünyanın güneş çevresinde çembersel bir yörünge izleyerek döndüğü iddiasını da ortaya atmıştır. Yani, Aristarchus, güneşi mitsel düşünceden bağımsız değerlendirerek günümüzdeki geçerli düşünceyi düşünebilmiştir. O’nun bu düşüncesi, yaklaşık 1800 yıl sonra ve bu kez mitsel düşünceden kök alan bir değerlendirme ile kanıtlanmıştır. Arsitarkus’un ortay attığı “Güneşmerkezli Evren” düşüncesi, Nicolaus Copernicus (1473– 543), Tyhco Brahe (1546-1601), Giordano Bruno (1548-1600), Galileo Galilei(1564–1642:) ve Johannes Kepler(1571-1630) tarafından daha da geliştirildi. Ancak bu düşünceyi rayına oturtan bilim adamı, gezegenlerin yörüngelerinin daire değil, elips şeklinde olduğunu keşfeden Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi Johannes Kepler’dir. (Not: Bir din adamı olan Giordano Bruno, dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylediği için Kilise'nin verdiği karar gereğince 1600 yılında Roma’da odun yığının üstüne bağlanıp diri diri yakılarak öldürüldü. Galileo Galilei, Bu düşüncede olduğu için yargılandı, okul arkadaşı Papa VIII. Urban ‘ın önünde diz çökerek yakılmaktan kurtuldu, tüm hayatını ev hapsinde geçirdi.Aristarkus, güneşi fizik kuralları ile ele alır. Oysa, modern gökbilimin kurucuları Nicolaus Copernicus , Galileo Galilei ve Johannes Kepler fiziki dünyayı anlamak için oluşturdukları kuramlar (teoriler), fizikötesi (metafizik) kaynaklıdır; Üçü de “güneş” e tapıyorlardı. Doktor, matematikçi ve aynı zamanda da Katolik papaz olan Nicolaus Copernicus’un (Kopernik),günmerkezli kurama inanmasının temel nedeni, kendi deyişiyle, “ bütün evreni aydınlatan ışık kaynağı için merkezden daha iyi bir yer olamaz.” Kepler de, tıpkı Copernicus gibi, Günmerkezli sistem düşüncesini Güneş’e olan hayranlığından dolayı savunuyordu. Copernicus ile aynı nedenlerden ötürü; Güneş, ona göre, Tanrıyı simgeler; yaratılmış Evren’de kendini dile getiren yaratıcı Tanrı’nın simgesi, evrenin görülür Tanrı’sıdır; bunun içindir ki, evrenin merkezinde bulunması gerekir. Aslında bu düşünce Kepler’e göre, evrenin yapısının anahtarıdır. Onun evreni, Güneş’e göre sıradüzenle yapılmış, kendini orada engin bir simge olarak dile getiren Yaratıcının uyum içine düzenlediği bir evrendir.  Alexandre Koyre: Bilim Tarihi Yazıları, s: 51-125. TUBİTAK yayınları )

   Yani, bilim salt deney ve gözlemle bir yere varamaz. Her bilimsel yöntem, gerçekliğin üzerine metafizik bir temel ya da en azından birkaç ilksav gerektirir. Dolayısıyla, bilimsel ilerlemenin tarihi yalnız deneysel yanıyla değil kuramsal yanıyla da ele alınmalıdır. Söz konusu kuramlar metafizik öğeler tarafından az çok etkilenmişlerdir ve bunun kökeni kurumsal dinlerin çok ötelerine, en ilkel inançlara –animizm teknikleri olarak bilinen “büyü” ve sihir’e”- kadar gider.     Bununla birlikte, modern bilimin doğuşuna ve gelişimine neden olan koşulların ne olduğu bugün de tartışma konusudur: Kimi bilim tarihçileri, bugünkü modern bilimi, kökü ilk uygarlıklara uzanan bir deneyim ve bilgi birikimi olarak değerlendirmektedirler. Kimisi ise bilimi bazı kültürel koşullarda ortaya çıkan kimi üstün yetenekli seçkinlerin öğrenme ve arayış tutkusunun ürünü saymaktadır. Öte yandan, Karl Marx (1818-1883 ) ve izleyicileri, tüm kültürel etkinlikler gibi bilimi de toplumsal sınıfların karşıtlığına bağlamışlardır. Onlara göre, bilimsel gelişmeyi tetikleyen etken öğrenme, araştırma merakı değil, toplumun içinde yaşadığı ekonomik, yani maddi koşullarıdır. Bazı bilim adamları ise, bilimin doğmasında-gelişmesinde Marksist görüşün tam tersini, yani maddi olmayan etkenlerin başat rol oynadıklarını savunmuşlardır. Bu görüşün temelinde Felsefe’nin maddi düşünceden değil, soyut varlıkları düşünmeden/yorumlamadan  ortaya çıktığını varsayımıdır. Örneğin, Fransız düşünür Auguste Comte’e (1798–1857) göre, bilimin gelişiminde ilk tezi “insan tininin tedrici gelişimidir.” Bu gelişim, “üç durum” denen  “büyük temel yasa” biçimin alır. Şaşmaz bir zorunlulukla, her bir bilgi dalı art arda üç farklı teorik durumdan geçer: Teolojik ya da kurgusal durum; metafizik ya da soyut durum; bilimsel ya da olgucu durum. Teolojik durumda, insan tini gözlemlediği doğal fenomenleri önemli miktarda  olduğunu hayal ettiği doğaüstü faillerin eylemine bağlar. Comte’e göre,  özellikle evrenin görünür anormalliklerini açıklayan şey, bu faillerin müdahalesidir. Bu teolojik durumun mükemmelliğine, doğal fenomenleri biricik ve kişisel  bir Tanrı’nın iradesine  indirgeyen monoteizmle birlikte erişilir.  Metafizik evredeyse, tin bu doğaüstü faallerin yerine soyut güçleri, sonuçta doğa fikri altında bir araya gelen “kişileşmiş soyutlamaları” koyar. (Tin: evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsenen madde dışı varlık. ) Felsefe yapmanın  bu iki evresini birbirine bağlayan şey temel önemdedir: Her iki durmada da, insan tini, Evren’in başı  ve sonu üzerine, fenomenlerin üretim nedenleri üzerine, “içkin doğaları” üzerine düşünür. Aslında metafizik düşünce biçimi, teolojik yöntemin basitçe değişimden başka bir şey değildir. Fenomenlerin nedeni olarak Tanrı’yı değil de Doğayı gören insan tini, kuşkusuz, soyutlamada  bir ilerleme göstermişti; ama, başlangıçtaki insanbiçimci cevaplarından kopmuş olsa da, aynı soruları  soramaya devam etmiştir.  Comte, “ metafizik, gerçekte, öz itibariyle, bir tür teolojidir; yıkıcı basitleştirmeler tedricen gücünü kesmiştir” demiştir. (Fenomen:

  Özet olarak, bilim salt deney ve gözlemle bir yere varamaz. Her bilimsel yöntem, gerçekliğin üzerine metafizik bir temel ya da en azından birkaç ilksav gerektirir. Dolayısıyla, bilimsel ilerlemenin tarihi yalnız deneysel yanıyla değil kuramsal yanıyla da ele alınmalıdır. Söz konusu kuramlar metafizik öğeler tarafından az çok etkilenmişlerdir ve bunun kökeni kurumsal dinlerin çok ötelerine, en ilkel inançlara –animizm teknikleri olarak bilinen “büyü” ve sihir’e”- kadar gider. Nitekim, ilk filozoflar evrendeki doğal olaylar-süreçleri açıklamaya, doğa yasalarını tanımlamaya çalışırken kendilerinden öncekilerin yaptıkları gibi mitsel-tanrısal çözümlemelere başvurmasalar da, o türden çözümlemeleri eleştirip, hatta alaya almış olsalar da, sadece onlar değil, daha sonraki devirdeki, içlerinde Copernic, Galileo, Kepler, Newton gibi çağcıl bilimsel düşünce alanında çığır açan, bilime yön verenlerin de olduğu filozofların-düşünürlerin çoğu gerek dünyamızdaki, gerekse uzaydaki doğal olayları, evren hakkındaki düşüncelerini somut, açık ve sade bir biçimde açıklamak için mitleri kullanmışlardır.

    Özetle, modern bilimin ilk oluşumunda ( mayalanmasında) mitsel yorumlardan da esinlendiğini yadsınamaz. En son tahlilde, “bilimsel düşünce”, karşıtı olan “mitsel düşünce”den doğmuştur. Bu nedenle, “mitsel düşünce” tarzından “bilimsel düşünce” tarzına geçiş konumuzun özünü oluşturmaktadır.

Kaynaklar

  1. Domınıque Lcourt: Bilim Felsefesi. Türk: Işık Ergüden. Dost Kültür Kitaplığı 29

  2. Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14.

  3. Alexandre Koyre: Bilim Tarihi Yazıları, s: 51-125. TUBİTAK yayınları 

  4. Hal Hellman: Büyük Çekişmeler, s: IX. Türkçesi: Füsun Baytok. TÜBİTAK.

  5. Ord. Prof. Landnderber: Gılgamış Destanı. Muzaffer Ramazanoğlu,  s: 18. )

  6. Colatte Estin, Helene Laporte: Yunan ve Roma Mitolojisi. Türk: Musa Eran. TÜBİTAK

  7. Cemal Yıldırım: Bilimin Öncüleri. TÜBİTAK

  8. Vasili Vladimiroviç Barthold: Moğol istilasına Kadar Türkistan, s: 412. Türk Tarih Kurumu Yayınları).

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.