Bu haber kez okundu.

Siirtli Hafız Ali Mülayim , Bir Tarih
banner229
Siirtli imam Hâfız Ali Mülâyim bayram namazı için Diyarbakır'a gelen Başbakan Ahmet Davutoğlu’na tespih hediye etmesi ve kulağına fısıldamasıyla gündeme geldi.
Türkiye'nin en eski camilerinden Ulu Camii'de 30 yıl imamlık yapan 81 yaşındaki Mülâyim'ın yaşadığı hayat ve tanıklıkları, Türkiye'nin bir döneminden film kareleri gibi kesitler sunuyor.
Adı Hâfız Ali Mülâyim. 81 yaşında. Diyarbakır Ulu Câmi'de 30 yıl imamlık yaptı. Emekli olsa da hâlâ aynı camide cemaate önderlik ediyor. Henüz dokuz yaşındayken Kur’anı-Kerim’i hıfzederek bugüne kadar binlerce hâfız yetiştirdi. Öğrencileri Türkiye ve dünyanın pek çok köşesine dağılarak kendi öğrencilerini yetiştirdiler. Tanıyanların, 'adı gibi mülâyim' ve hoşgörülü olarak nitelediği Hâfız Ali Hoca, bayram namazında Diyarbakır Ulu Câmii’de kendisi de‘hoca’ olarak tanınan Başbakan Ahmet Davutoğlu’na tespih hediye edip, kulağına da bir şeyler fısıldadı.
Namaz sonrası Başbakan Davutoğlu gazetecilere, kulağına fısıldananları değil ama aldığı hediyeden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Diyarbakır’ı her ziyaretinde hediyesiz dönmediğini Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak üzere Amerika’ya giderken uçakta kendisiyle birlikte olan gazetecilere de anlatan Başbakan Davutoğlu, gazetecilerin aktardıklarına göre Hâfız Ali’nin kulağına söylediklerini yine kendisine sakladı.
Hâfız Ali Mülâlyim, Başbakan Davutoğlu’nun kulağına ne fısıldadığını, ilgi çekici yaşamını tanık olduğu olayları, Cumhurbaşkanları Turgut Özal ve Recep tayyip erdoğan ile sohbetlerini anlattı.
Siirtlisiniz, Bitlis’te yaşadınız.
Nasıl bir hayata göz açtınız? 1935’te doğdum. Siirt’te. Babam Abbas, anam Zeynep. Bize ‘Habeşîler’ derler. Peygamber Efendi’mizin müezzini ve Ashâb-ı Kiramdan Bilâl-i Habeşî’nin torunlarıyız. Babam kasaptı. Beş erkek üç kız kardeştik. Siirt’te adettendi, her evde bir hâfız mutlaka olurdu. Küçükten verdiler beni de hâfızlığa. Hocam Mele Şükrü. Ama İsmet İnönü dönemi ve Kur’an okumak, bulundurmak yasak. Jandarma elimizde gördüğünde Kur’an’ımızı alır bizi eve gönderirdi, çok küçüktük çünkü. Hocamızı ise döverler, hapse atarlar, bir iki gün sonra salarlardı. Çıktığı gibi derslerimiz kaldığı yerden devam ederdik. Dokuz yaşında Hâfız ül Kur’an oldum. Ağabeyim rahmetli Hamza ve kardeşim rahmetli Abdullah da hâfız oldular.
"Şeceremizi Arapça diye yırttılar"
Kur’an’ın yasak olduğu bir zamanda zor bir iş başarmışsınız? Bizim aile iki yüz küsür sene önce Şam’dan göç ederek Siirt’e gelmiş. Bununla ilgili tek vesikamız Bilal-i Habeşî’nin soyundan geldiğimizi gösteren belge olan şeceremizdi. Asker evlere baskın düzenler buldukları Kur’anları yırtarlar, yakarlardı. Bizim eve de gelmişlerdi. Şeceremizi aldılar. Babam Kur’an olmadığını söylese de, ‘Arapça bu da’ deyip yırttılar. Kur'an olmasın, okunmasın diye uğraşıyorlardı.
Hâfız olduktan sonra ne yaptınız? Hâfız olduktan sonra iki buçuk yıl arayla anam ve babam hakkın rahmetine kavuştular. Biz kardeşler bir başımıza kaldık. Bizim için zor günler başladı. Bize bakacak kimsemiz yoktu. Bitlis’te daha iyi bir yaşam olduğunu, din adamlarına ihtiyacın çok olduğunu söylüyorlardı. Kalktık bütün kardeşler Bitlis’e gittik 1947 yılında. Bitlis nasıldı o yıllarda? Ne gördünüz? Ne görelim, bütün câmiler kapatılmıştı.
Aynel Barut câmisinde katırlar vardı. Aşağı Kale câmisi saman ambarı olmuş, Hatuniye Câmii'nde hayvan semerleri vardı. Ulu Câmii'de ise subayların atları ve av köpekleri vardı. İtiraz eden, bunlara karşı çıkanların karakola götürüldüğü ve bir daha da haber alınamadığı anlatılıyordu. Bir tek Kızıl Mescit açıktı. Dini işlerin tamamı için tahsis edilmişti. Cenazeler, Cuma ve bayram namazları gibi. Ağabeyim mescide imam oldu. Siz ne yaptınız peki? Bir süre köy câmilerinde gizlice hocalık yaptım.
 Ardından Tatvan’da küçük bir yol üstü lokantası açtım bir arkadaşımla birlikte. Lokantaya Almanya’dan gelen ve bölgede telgraf direkleri diken bir şirketin elemanları gelirlerdi. Beni çok severlerdi. Bir gün kendileriyle çalışmamı isteyip istemediğimi sordular. Teklif ettikleri para o dönem valilerin bile alamadıkları kadar yüksekti. Kabul ettim onlarla çalışmaya başladım. 4-5 senede Van’dan Urfa’ya kadar birlikte çalışıp işleri bitirdik.
 Beni o kadar çok sevdiler ki, ‘Almanya’ya götüreceğiz, ister misin’ dediler. İşi öğrenmiştim, maaşı çok iyiydi, kabul ettim. "Rüyadaki zat" Almanya’ya mı gittiniz? Dur hele. Almanya’ya gitmek için İstanbul’a gittim önce. Sirkeci Oteli'ne yerleştim. Şirketin bürosu Beyoğlu’ndaydı. Muamelelerin tamamlanması için bir iki gün kalmam gerekiyor. Gece odamda uyuyorum. Bir zat rüyama girdi. Dedi ki; ‘sen Hâfız ül Kur’an'sın. Sana yakışır mı Almanya’ya gitmek. Kalk Bitlis’e git.’ Uyandıktan sonra biraz düşündüm ama oralı olmadım. Ertesi akşam yine aynı zat rüyama geldi.
‘Bu işten vazgeç, kalk git Bitlis’e’ dedi.
Biraz korktum. Ertesi akşam kapıyı pencereyi iyice kapatıp yatağıma girdim. Tebâreke suresini okumaya başladım. Son ayette uykuya geçecekken pencerem açıldı. Zat içeri girdi ve ‘Kalk Hâfız Ali, üç gecedir beni buraya getiriyorsun. Bitlis’e gideceksin. Bilâl-i Habeşî’nin torunusun, seni talebeliğime de kabul edeceğim’ deyip adını bağışladı. ‘İsmim Said-i Nursi’ dedi. Fırladım yataktan, kapı pencere kapalı, dedim ki bu zat her kimse büyük bir zat, o güne kadar adını duymamışım.
"Kamyonla 3 gün 4 gecede Bitlis" Döndünüz mü Bitlis’e?
Ertesi gün şirketin Beyoğlu’ndaki ofisine gidip ‘ben gelmeyeceğim’ dedim. Sene 1957, bindim kamyona ve çıktım yola. Üç gün dört gece sonra Bitlis’e vardım. Kardeşlerimle görüştüm. Gezdim biraz Bitlis’i. Bir tanıdık ile rastlaştım. Rüyamdan ve zattan bahsedince o kişinin çok mühim bir insan olduğunu, talebelerinin bulunduğunu söyledi. Ancak o zat Bitlis’te değil sürgüne Isparta’ya gönderilmişti. Ne olursa olsun ben de talebesi olmak için yanına gidecektim. Ancak tam o sırada iki kişi koluma girdi. Baktım polis. Dediler ki, ‘sen asker kaçağısın.’ 22 yaşındaydım ve iki sene üzerinden geçtiği için kaçak duruma düşmüştüm.
Ellerimi kelepçeleyip karakola götürdüler. Beni en kötü yere vereceklerini söylediler.
Nereye verdiler?
Tunceli’ye göndermeye karar verdiler. Ancak öğrendik ki, Tunceli’deki birlik sürgüne Isparta’ya gitmiş. Allah’ın işi işte, Bediüzzaman da Isparta’da. Sevindim bu işe. Beni Diyarbakır’a götürdüler. Oradan da trene bindirdiler. Malatya, Konya, Afyon derken son durak Isparta’ya vardık. Bir hafta sürdü yol. Akşam namazı zamanıydı.
Birliğime gitmedim, Mimar Sinan Câmii'nde akşam namazımı kılıp Güven Palas Oteli'ne yerleştim. Niyetim gidip üstadı ziyaret edip Almanya’ya gitmeme niye izin vermediğini sormaktı. Sordum soruşturdum buldum adresini. Sabah gittim, Kirazlı Câmii'nin yanında altı numaralı ev. Sokağa girdiğimde bir adam kesti yolumu; ‘kimsin ve ne geziyorsun burada’ dedi. Dedim ki, Bediüzzaman buradaymış, elini öpmeye geldim.’ ‘akrabası mısın’ diye sorunca ‘yok’ dedim. ‘Nerelisin’ dedi, ‘Bitlis’ deyince ‘aha’ dedi. Beni oyalayınca elimle itip, ‘git’ dedim. Ceketini açtı, baktım polis yıldızı. Bu sefer ben ‘aha’ dedim. Çıkardı kelepçelerini. O zaman ağlamaya başladım. ‘askerlik için geldim, bu zatı tanımam, rüyamda gördüm, elini öpmeye geldim’ deyince kalbi yumuşadı. ‘Git bir daha burada görmeyeyim’ deyince otelime döndüm.
Vazgeçtiniz gitmekten?
Yok, otelde Ahmet adında biriyle tanıştım. Adam, Bediüzzaman’dan hükümet erkanlarının korktuğunu söyledi, bu nedenle polis kontrol altında tutuyormuş evini. Dedim ki, ‘topu, tüfeği mi var niye korkuyorlar.’ Dedi ki; ‘imanı var ondan korkuyorlar.’ Ben de, madem öyle ben de yarın kalkıp yine gideceğim’ deyince Ahmet, ‘senin gibi gençleri karakola götürüp kaybediyorlar’ dedi. Sabah erkenden kalkıp abdestimi aldım. Gittim üstadın evine. Bu sefer tecrübeliyim; önce gözledim. Nöbet tutan polis bir ara ayrıldı.
Ben de gidip kapısını çaldım. Kapı açıldı, ‘Hâfız Ali sen misin' deyince ağlayarak ayaklarına sarıldım. ‘ Ben Ceylan abi, üstat 2,5 saat önce Barla’ya gitti, bana dedi ki; Hâfız Ali gelirse selamımı söyle, talebeliğime kabul ettim, yalnız buraya bir daha gelmesin gidip kıtasına teslim olsun.’ Çaresiz gittim teslim oldum.
Sonra?
Anlatayım sana. Askerde çavuş oldum. Erbaş talimgâhında görev yapıyorum. Bir gün baktım uzaktan bir araba geliyor. Toz bulutu kaldırmış siyah bir araba. Talimgâhta her asker bir tarafa dağılmış, komutanımız uyuyor. İçimden dedim ki, ‘bu 55. Tümen Komutanı Fevzi Okan’ın arabası.’ Isparta’da başka araba yok öyle çünkü. Koştum komutanımı uyandırıp bu düşüncemi anlattım, zaten sürgünde olduğumuzu, bu halde görürse daha kötü olacağını söyledim. Hemen askerleri topladık, sıraya geçtik, araba yanımızdan geçerken selam durduk. Baktım arabanın penceresinde sarıklı bir adam. Dedim ki, ‘herhalde Osmanlı’nın son paşalarından biridir, numunelik için tutuyorlar.’ Sarıklı iki elini sallayarak selamımıza karşılık verdi. Gittikten sonra dağıldık.
Kimmiş sarıklı kişi?
O zaman ben de bilmiyorum. Bir subay gelip beni buldu ve komutanın çağırdığını söyledi.
‘Herhalde mükâfat verecekler’ diye düşündüm. Komutanın yanına varır varmaz tokadı patlattı. Yere düştüm, kim var kim yok dövmeye başladılar. Dediler ki, ‘bizi o adama selam durdurdun.’ O adam dedikleri Üstat Bediüzzaman Said-i Nursi imiş ilk ve son olarak o zaman gördüm. Şehirde birbirinin aynısı iki araba varmış. Biri tümen komutanının diğeri de üstadın öğrencilerinin aldığı Chevrolet marka araba.
Askerlikten sonra ne yaptınız?
Bitlis’e döndüm. 1960 yılında imamlığa başladım. 1965 yılında Mardin ve nihayet 1975 yılında Diyarbakır Ulu Câmii.
"Üç dinin ibadethanesi"
Diyarbakır Ulu Camii ve Diyarbakır ile ilgili özel bir ilişkiniz var. Anlatır mısınız biraz?

Peygamberler, Sahabeler gelip ilk Müslümanlığa müşerref olacak yer Diyarbakır demişler. Halid Bin Velid, ‘Peygamber Efendimiz’i rüyamda gördüm, bu şehri mutlaka alacağım’ demiş. 2 bin sahabe gelmiş surların önüne. 33 kişi şehit düşmüş. Herkes sadece 33 sahabenin kabrinin olduğunu düşünür.
Halbuki sahabelerden kente yerleşenler de olmuş. Ulu Câmii’ye gelince; Yahudilerin ibadet yeriymiş, Havra olarak kullanılmış. Hazreti İsa’dan sonra kilise olmuş. Diyarıbekir’in fethinden sonra ise cami olmuş. 639 yılında 5. Harem-i Şerif ilan edilmiş. Böyle manevi yönü yüksek bir yere imam olduğum için şükrettim.
Cemaatiniz nasıl insanlardı imamlığa ilk başladığınızda?
Cemaatimin yüzde sekseni Diyarbakırlıydı. Çoğu esnaf ve güzel insanlardı. Namaz vakti dükkânlarını öylece bırakıp namaza koşarlardı. Ben de ziyaret eder, hasbihâlde bulunurduk.
İlişkileriniz kuvvetliydi?
Evet, bir anımı anlatayım.
Bir gün cemaatten Ensari gelip bir esnafın Ulu Câmii'nin yakınında rakı dükkanı açacağını söyledi. Dedim ki, ‘bu civarda olmaz. Kalktım gittim. ‘Ben Ulu Câmii'nin imamıyım, manen bu iş ters ve burada olmaz’ diyerek adamın karşısına oturdum. ‘Başka çarem yok’ dedi. ‘Bir çaresi bulunur’ diyerek adama bin lira verdim.‘Bakkal dükkânı aç’ kazanınca getirirsin paramı dedim. Yok, kabul etmezsen başına gelecek felaketlerden sorumluluk kabul etmeyeceğimi söyledim.
Kabul etti, bakkal dükkânı işletti ve paramı da geri ödedi.
Peki, Türk, Kürt ayrımı var mıydı o döneminizde?
Türk, Kürt, Arap yoktu, hepimiz kardeştik. Bak hakiki bir Kürt’ten anarşist çıkmaz. Ben Arap’ım, Kürtlerden âlim, hoca, hâfız çıkar. "Benden misafiri yok, Diyarbakır'dan geldim" Başbakan Devutoğlu’na tespih hediye ettiniz. Aranızda bir süre sohbet geçmiş. Davutoğlu gazetecilere bundan bahsetti, etkilendiği belliydi. Oraya gelmeden önce sormak istiyorum; Başbakan Davutoğlu ile ne zaman tanıştınız? Bir tarihte Ankara’daydım. Cuma namazına Üstat Bedüzzaman’ın talebelerinden Abdullah Yasin ile birlikte Kocatepe Câmii'ne gittik.
İmamın arkasına geçip oturduk. Biri geldi ve ‘birinci, ikinci saf geriye gidebilir mi’ diye sordu. Misafir gelecekmiş. Kim olduğunu bilmiyorum misafirin. Gitmedim tabi. Bir kez daha geldiler tekrar ‘misafir gelecek’ deyince ben de ‘benden misafiri yok ta Diyarbakır’dan geldim’ dedim. Ses etmediler. Misafirler gelince baktım bizim Mehdi (Eker) yanında da Başbakan Davutoğlu. Mehdi bizi tanıştırdı, beraber saf tutuk, namazdan sonra ‘makamıma beklerim’ dedi.
Başbakan ile o zaman tanışmıştım.
‘Başbakan kuvvetli dua istedi’
Siz gidemediniz makamına ama başbakan sizin 46 yıl imamlık yaptığınız Ulu Câmii'ye geldi. Kısa bir sohbet etmişsiniz. Ne dediniz Başbakan’a? Başbakanın siyaset dışı ziyareti beni sevindirdi. Bayram namazını birlikte eda ettik. ‘Burayı boş bırakmayın, birkaç haftada, ayda bir gelin. Cuma namazı kılın, halkın içinde olun. İnsanlar yanlarında saf tutan başbakanlarını görsünler. Böylece mesafeler kısalır ve tanışıklık artar’ dedim. ‘Cemaat sizi görsün’ dediğimde tebessüm etti. İçime bir kuşku düştü. Ben de, ‘Cemaat dediysem bizi onlarla karıştırmayınız, biz Bediüzzaman’ın gerçek talebeleriyiz’ dedim. Kendisi de ‘güzel diyorsunuz, dua ediniz, kuvvetli dua ediniz’ dedi. Namazdan sonra baktım tespihatı parmaklarıyla yapıyor. Kuka tespihimi hediye ettim. Koklayıp, öpüp cebine koydu. ‘Tespihatımı hep bu tespih ile yapacağım’ dedi.
‘Turgut Özal’ı mihraba ittim’
Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile de bir anınız var Ulucamide, onu anlatabilir misiniz?
Turgut Özal başbakan olduğu zaman bakanlar kurulu toplanınca, ‘ilk Cuma namazımızı nerede kılalım’ diye sormuş. Herkes bir cami önermiş. Abdülkadir Aksu ise İslamiyet ile şereflenen ilk yer olan Diyarbakır’da, Ulu Câmii'nde kılınmasını teklif etmiş. Bu öneri hoşlarına gitmiş. Cuma namazına geldiler bütün hükümet erkânı.
Elimde kılıcımla çıktım minbere. O zamanlar kılıçla çıkardık sahabelerden kalma bir adetti. Âl-i İmran suresi, 4. cüz 2. sayfa ve 3. satırında geçen, ‘Vağtesimu bi hablillehi cemian vela teferreku’ ayetini okudum. Birlik ve beraberlik ile ilgili şöyle devam ettim, ‘Yirminci asrın müceddidi, mürşidi Üstat Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri diyor ki, Allah’ımız bir, peygamberimiz bir, kitabımız bir, devletimiz bir. Bu kadar bir hepimizi birbirimize bağlıyor. Bir sevgi, bir bayrak altında yaşıyoruz. Aynı zamanda devletimizin reisleriyle bir çatı altında ibadetimizi yapıyoruz’ dedim. Minberden indim, baktım Özal orada. Mihraba doğru iterek, ‘şeriata göre devletin reisi dururken imam kıldırmaz namazı’ dedim. Mikrofon açık ve bütün cemaat işitiyor. Kendisi de, ‘madem yetki bende ben de seni vekil tayin ettim, sen kıldır’ dedi.
Namazdan sonra halka hitap ederken otobüsün üzerinden dedi ki, ‘birlik beraberlik mesajı verecektim sizin imam bana hiçbir şey bırakmadı.’
"Anahtarı veririm siz açarsınız"
Cumhurbaşkanı Recep tayyip erdoğan ile de bir görüşmeniz olmuş sanırım?

İstanbul’da Süleymaniye Câmii'nin restorasyonundan sonra açılışı yapılırken karşılaştım Recep tayyip erdoğan ile. Bayram namazıydı. Tanıştırdılar, alâka gösterdi, ilgilendi, ben ağlayarak bir isteğimin olduğunu söyledim. Bediüzzaman hazretlerinin rahmetli Menderes’ten isteğiydi, bize miras bıraktı ben de size iletiyorum Ayasofya’nın açılmasını istiyoruz’ dedim. Kendisi de, ‘Mülâyim dua et açılsın, açılırsa anahtarı sana veririm sen açarsın’ dedi.
Biliyorsunuz bir süreden beri olaylar var ve sıkıntılı günler yaşanıyor, memleketin gidişatını nasıl buluyorsunuz?
Memleketin gidişatını mı? Bak; ‘her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır.
Ey insanlar ümitvar olunuz ki Allah’ın inayetiyle en gür seda İslam’ın sedası olacaktır inşallah.’ Sorunuzu Bediüzzaman’ın bu sözüyle yanıtlıyorum. Kara bulutlar var tepemizde. Allah bir rüzgar, bir yağmur ile dağıtacaktır o bulutları. Ümitvar olunuz.
Peki bu minval üzere, memleketi yönetenlere ne söylemek istersiniz?
Bizim düşmanımız cehalet, zarûret (fakirlik) ve ihtilâftır. Bunlara karşı mârifet (ilim) sanat ve ittifaktır. Tavsiyem budur.
Gençlere de bunu tavsiye ediyorum; biz muhabbet fedaileriyiz. Küsmeye, darılmaya, düşmanlığa iznimiz yok. Allah’ın birliğine vahdaniyetine inanıp birlik olalım. ‘İnsanın gönlü kırılıyor’ Geçtiğimiz günlerde sokağa çıkma yasağı nedeniyle Ulu camide ezan okunamadı ve iki gün kapalı kaldı.
İhtilâlde bile namaz kıldırdınız burada. Üzdü mü bu durum sizi?
İnsanın gönlü kırılıyor.
İhtilâlde çıkıp ezanımı okudum ve cemaatle birlikte namazımızı kıldık. Ezan her ne olursa olsun okunur, kesilmez. İslam’ın sembolüdür, susamaz.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.