Bu haber kez okundu.

Dr. Sadık Top’un Kaleminden: AŞK
banner229

Ben, bir yazıya başlarken önce konun içeriğinde olacak kavramların tanımından başlarım; herkes aynı sözcükten aynı şeyi anlasın diye.
Oysa şimdi konu ve kavram tek; AŞK ve tanım yapamıyorum.

Aşkın tanımı için sözlüklere ve ilgili internet linklerine  bakıyorum. Bazı sözlüklerde, internet linklerinde aşk, “bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan aşırı sevgi ve bağlılık duygusu,” “iki ayrı cinsin birbirine karşı duydukları bedensel ve ruhsal güçlü duygu,” “İki cins arasında sevgi ilişkisi”, vb tanımlar yapılıyor. Oysa, bazen ağlatan, bazen güldüren; en derin duyguların yazıya döküldüğü ucu yanık uzun uzun  mektuplar,  en anlamlı şiirleri yazdıran; “Kerem ile Aslı”, “Leyla ile Mecnun” aşklarında olduğu gibi  bazıları efsanelere;  bazıları da “Rüzgar Gibi Geçti”, “Titanik”, “İki Esir”, “Eylül”, “Aşk-ı Memnu”, vb okunduğu/görüldüğü gibi romanlara sinema filmlerine konu olan; bazen dramatik, bazen traji-komik  olaylara neden olan aşkları  sözlüklerdeki sıradan cümlelere sığdırabilir miyiz?

Aşk, çözümlemesi/anlatımı tam olarak yapılamayan bir kavramdır. Bu nedenle, değil benim gibi sıradan biri, felsefeciler, şairler, yazarlar, senaristler, oyun yazarlar, hatta bilim adamları çağlar boyunca eserlerinde  aşkı anlatmaya/açıklamaya çalışmışlar ama kesin bir tanım/anlatım/çözümleme yapamamışlardır.  

Örneğin, felsefe tarihinde önemli yeri olan Platon,  Descartes, Schopenhaur, Nietzsche  gibi devler bile aşk ve güzellik üzerine  kafa yormalarına, düşünceler geliştirmelerine ve kapsamlı açıklamalar yapmalarına karşın kesin bir tanım yapamamışlardır. Örneğin, Platon, iyi ve kötü sevgiyi anlatmış, Descartes şaşırmanın hayranlığa ve hayranlığın aşka dönüştüğünü söylemiş, Schopenhaur aşkı üremeye indirgerken, Nietzsche'nin de kadın erkek arasındaki ilişkiyi, “sonunda insan arzularını sever, arzuladıklarını değil,“ diyerek sevgiliyi hiçlemiş, aşkı küçümsemiştir.   

Sadece felsefeciler değil, yazarlar, özellikle de şairler çağlar boyu aşkın peşinden koşmuşlardır; kimine göre, aşk öznelliktir; aşk duyarlılıkla bezenmiş benzersiz, biricik bir durumdur. Kimimize göre; aşk vardır vurulası derler, birdenbire kavrar kişiyi; bunaltılar, coşkular, sonu gelmez hayallere dalmalar, ümitsizlik girdabında kaybolmalar… ama onun başlaması gibi sönmesi de tez olur, sanki bir kuştur o; şimdi konar, şimdi uçar, bizde onu tutamamış olmanın, kaçırmış olmanın üzüntüsünü bırakır. Yani, sevinci bir an, acısı ömür boyu sürer.

  Hayata maddeci (materyalist) açıdan bakan birine göre de aşk, duygunun, tutkunun ve anın rastlantısı karşısında kendisine itaat ettirmeyi bilen bir vurguya sahiptir. Aşk, aşık olunan ötekinin önce bedeni, sonra bütün kişiliği, daha sonra da etik, estetik ve kültürel değerler sitemi idealleştirilir. Ötekiyle bir düzeyde özdeşlik arayışıdır aşk. Bunun tam tersi görüşte olanlar, “aşk bir özgülüktür; çünkü insan kendini başka hiçbir durumda, aşkta olduğu kadar gerçekleştiremez, “ derler.

Demek ki, aşkın tanımı her aşık olanın kişiliğine, kültürel ortamına ve zamana göre değişir. Şimdi gel de tüm bu tanımlardan, aşık olunduğunda yaşanan duyguları, içine girilen atmosferi tanımla.

 Okuduğumuz kitaplarda, seyrettiğimiz sinema filmlerinde,  TV dizilerinde, tiyatro oyunlarında anlatılan/ canlandırılan, en görkemli şiirlerin yazıldığı, en derin duyguları ifade eden cümlelerin kurulduğu, çok büyük fedakarlıkların  yapıldığı, tutkulu, bazıları Mehmet Rauf’un “Eylül” adlı romanında Suad ile Necip arasındaki aşk gibi gizli, Halid Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’daki yeğen-yenge aşkı gibi  yasak, hatta bazı umutsuz aşklarda ölümün bile göze alındığı görülür. Örneğin, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin “ İnsancıklar” adlı romanındaki Makar Devuşkin gibi ihtiyarlarda aşk çıldırtan bir etkiye sahiptir, o kadar ki Makar, âşık olduğu genç kız bir domuz tüccarı ile evlenip şehri terk edeceğini söyleyince, delirir: “Ölürüm de seni bırakmam,” der.

 “…Hayır, Varenka ! Seni benden koparmalarına razı olamam. Yarın erkenden kalkacağım. Ağrıyan belime, şişmiş ayaklarıma aldırmadan kalkacağım. Kendimi (at) arabanızın altına atacağım; tekerleklerin önüne yatacağım. Ölürüm de seni bırakmam. Haksızlık bu! Ben de seninle geleceğim. Arabanızın arkasından köpekler gibi koşturacağım../.../ Kime tatlı iltifatlar edeceğim? Kime tumturaklı mektuplar yazacağım? Bittim ben! Bu acıya dayanamam; kesin ölürüm. Evim yok, ailem yok, dikili bir ağacım yok. Kimse beni adam yerine koymaz. Hâlbuki seni ne kadar da çok sevmiştim...”

Bunlara benzer yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca örnek verilebilir. 

  Kitaplara,  sinema filmlerine, sanal ortamlara, vb gitmeye gerek yok;  hemen hepimizin belli bir yaştan sonra köyümüzde/mahallemizde, okuduğumuz okullarda, çalıştığımız iş yerlerinde tanık olduğumuz aşklarda yakından baktığımızda/ düşündüğümüzde aşıkların bize garip gelen  söylemlerini/ davranışlarını görürüz. Örneğin, kimine göre sevgilinin yaşadığı çadırın direği Roma İmparatorluğu saraylarının mermer sütunlarından daha görkemlidir. Bazıları kısa boylu sevgiliyi “usul boylu”, bazıları topallayan sevgiliyi “keklik sekişli” görür, kimi de şaşı sevgilisinden “şehla bakışlı” diye söz eder. Buna karşın aşık, kendinden söz ederken “ben kemter kulun”, “ben aciz kulun”, "ben basıp geçtiğin toprak",vb der.

  Romanlardaki umutsuz aşkların bazen gerçek yaşamlarda da yaşandığını üzülerek tanık oluruz.  Örneğin 10-15 yıl önce, İstanbul’da İranlı üniversite öğrencisi aşık olduğu kızdan aşkına karşılık göremeyince kaldığı otel odasında bileklerini keserek aynaya kanıyla ,” Senin için yaşadım senin için ölüyorum,” yazarak intihar ettiğini gazetelerde okumuştum.  

  Günlük yaşamımızda tanık olduğumuz öyle aşklar vardır ki, bazı nedenlerden dolayı gizli, bazıları imkânsız, bazıları da yasak aşklardır. Bazı aşklar ekonomik-sosyal statülerden dolayı imkansız, bazıları “etik “ değerlerden dolayı yasak ve bazıları da – son günlerde magazin basınında sıkça yer alan bir arabesk sanatçısı ile bir popçunun karısının aşkı gibi- toplumun ahlak anlayışına göre “ ahlaksızlık” olarak nitelenir.  Bazı aşklar da sadece hayali kurulan uzak aşklardır, bunları ilk duyduğumuzda bir şiirin dizesi gibi gelir bize, ama gerçekten de uzak aşklar vardır. Öyle ki, yaşadık mı, yoksa düşünü mü kurduk  bilemeyiz.

Ancak, gizli, imkansız, yasak aşklar da birgün gelir çıkar ortaya; çünkü, duygular engel tanımaz; coşan bir ırmak gibi  tutkuyla yatağında akar… Nitekim, toplumumuzun belki de çoğunluğu  tarafından  ahlaksızlık olarak  nitelenen ve yukarıdaki satırlarda sözü edilen aşkın kahramanlarından biri aşkını inkar etmez, aşkını kınayanlara “intizar“ cümleleriyle haykırır:  "Hakim, savcı, yargıç oldunuz. Cennet, cehennem oldunuz. Dut oldunuz, put oldunuz. İnsan olamadınız. Bir damlacık canımla benden çok korktunuz. Bu filmin sonunu çok merak ediyorum" dediği gazetelerde haber olarak çıktı.

 Kısacası, binlerce tanımı/anlatımı olmasına karşın, kesin bir tanımlama yapamıyorum. Sadece ben değil, kim tanımlayabilir aşkı; tamıtamına, eksiksiz. O gizemli imgeyi tanımlamaya, anlatmaya/açıklamaya çalışmışlar ama yazma serüveni bitmemiştir.

Sonuç:

Aşk hakkında yazılan bir yazı, bir tanımlama, bir kitap, bir sinema filmi  ne kadar içten ne kadar ayrıntılı yazılmış olursa olsun- hiç kuşkusuz ki çok yetersizdir büyük bir aşkı anlatmaya; ister Kerem ile Aslı kadar eski, ister mahallemizde, okulumuzda, iş yerimizde tanık olduğumuz aşklar gibi çok yeni olsun, isterse de geleceğe ait olsun.

O halde, aşkın sonsuz tanımı söz konusudur. Bu durumda, bırakalım benim gibi romantikleri, hangi bilimadamı aşkı tanımlayabilir? Her ne kadar bilim çağında olsak da- kendi adıma- aşka ilişkin tüm bilimsel tanımları ve önermeleri reddediyorum.

   Kısacası, ne düşünür, ne yazar, ne de şairler aşkı tanımlayabilmiştir. Ama, yine de kimileri, hani yürekten inanmış birkaç kişi, zaman zaman, “aşk nedir ?” diye sordukları zaman, ben bu soruya,” yaşamın yazdığı en güzel şiiri aşk değil midir? “ sorusuyla yanıt veriyorum, kararlı bir şekilde.

Ey okur,
Aşkı tanımlama için zaman harcama, kafa yorma; çünkü aşk tarif edilemez; YAŞANIR... onu yaşa; sözcükler yeterlidir; dilin varıyorsa; öğünmek istiyorsan onu anlat.

Duygularını kendine saklama; aşık olmuşsan bunda utanılacak bir şey yok.
Aşkın karşılıksız olsa da; aşkı yüreğinde duyumsamışsan; onunla gururlan; kimseye aldırma; gerçek aşkı tanıyanlar seni anlayacaklardır.
Anlamayanlar KASIMPAŞA'ya !

Ancak, unutma! 'aşk "sahip olma" tutkusu değildir; sevgiliyi özgür bırakmak, özgür düşünmek, özgür algılamaktır. (“Seni kimseye yar etmem” veya “ya benim olacaksın ya da karatoprağın” gibi sözler bir aşığa değil, bir caniye yakışan sözlerdir) 

Asla ve asla yüreğindeki liseli genci öldürme...
Aşık olduğunda, O’nun da senin hakkındaki duygularını merak ediyorsan -buruşuk bir kâğıt parçasına da olsa- sorunu şiir diliyle yaz, yanıtı da kesinlikle şiirsel olur.

Varsın seninle alay etsinler; kimin umurunda;
bir aşk taşıyorsan yüreğinde, inan; hiç küçük düşmezsin kendine ve insanlığa...
Yeter ki aşkı solu; acı çek;
insan acı çekmesini bilmeli; acını kendine sakla;
gözyaşların akmak istiyorsa, bırak; bunda utanılacak ne var.

Ne demiş şair:


Şayet aşk acılarıyla yanıyorsan, ne güzel.

Acı da çeksen, mutsuz da olsan, “aşık oldum” diyebilme onurunu kimseye kaptırma.

Üstelik , aşk acısı “hoş” bir acıdır;
Fuzuli’ye kulak verelim:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır…”

(Ey doktor! ben aşk derdiyle hoşum, derdimden memnunum, bana ilaç vermekten çare bulmaktan vazgeç. Zira, beni iyileştirecek senin dermanın -yani aşktan uzak tutman- esas beni öldürecek zehirdir)

Şiddettin gündelik bir alışkanlık haline dönüştüğü, Sadece bu yıl 387 çocuğun, 4 kg ağırlığında yeni doğan bir bebeğin istismar edilmesi, on yılda istismarların üç kat artması, geçen 2 yılda 3626 işçinin yaşamını yitirmesi gerçeği, Türkiye'de en az 100 bin kişinin evsiz, sokakta yaşamak zorunda olduğu bilinirken,.

Kamu malını çalmanın bir yaşama biçimine dönüştüğü günümüzde hala aşk acılarıyla yanmak, daha ne olsun...

Aşık olduğunda, aydınlanmış gözlerinin önünde her şey bambaşka görünecek: Yeni duygular içinde yeni fikirleri doğuracak; din, ahlak, şiir, sanat, dil hepsi de önünde çok daha güzel, çok daha soylu biçimlere bürünecekler ve böylece kendi duygularından emin ve düşünceli bir heyecanla dünyanın yeniden doğuşunun şafağını selamlayacaksın…

Kim ne derse desin, aşktan kaçma.
Asla ve asla aşk yoktur deme; belki büyük bir rastlantı, belki büyük bir denk düşme, belki gizemli bir zamanlama; aşk.
Bir olasılık her zaman vardır; yaşadığın sürece; varolduğun sürece.
Aşkı inkar etme; onu canın gibi koru. O senin varlık nedenin.
İnanılanın tam tersine aşk bir özgülüktür; çünkü insan kendini başka hiçbir durumda, aşkta olduğu kadar gerçekleştiremez.
İnsan kendini bedenen ve ruhen gerçekleştirdiği ölçüde özgürdür. Kuşkusuz bu kişiliğine ilişkin bir özgür­lüktür ama; sorun da zaten bu kişilik meselesinde değil mi?

Özcesi, aşktan asla kaçma;
Aşık olduğunda; büyük bir aşk yaşıyorsan onu sonuna kadar savun.
Belki mutsuzluk da mutluluk da aşkın içinde; ama sen bağlılığı aşkın koruyucu kalkanı bil.
Tutkuyu, cinselliği, tabii ki sevgiyi; dokunmayı, romantizmi, anlamı, estetigi de... Hepsine dört elle sarıl; onlar aşkı besler...
Ama en önemlisi, gerçekten aşıksan, ki aşk gürül gürül akan, hiçbir engel tanımayan bir nehirdir, Siirt’ten geçerken yüzünü Botan Nehri’ne, Diyarbakır’dan geçerken Dicle’ye, Malatya’dan geçerken Fırat Nehri’ne dönerek aşkını haykırmayı öğren
Dağa taşa, ağaçlara, kuşlara, ceylanlara, dolunaya, güneşe, bir kır çiçeğine, nergise, laleye, gökkuşağına, gökyüzüne, bir zeytin ağacı dalına, deni­ze ve...
Evet, aşk bizi önüne katıp götüren bir nehir gibidir.
Bazen sevgiliye kavuşturur bazense uzaklara sürükler.
Aşk bir nehirdir ve bir biçimiyle bizi sürükler durur: Mutluluğa ya da mutsuzluğa doğru.

Eğer aşk ateşiyle yanıp kavruluyorsa bir insan, nasıl türküsüz olabilir, şiirsiz kalabilir.

Nasıl aşksız olunmuyorsa -istenildiği kadar inkar ıslıkları çalınsın-, türküsüz de şiirsiz de olunmaz.

Çünkü, bir şiirde ya da bir türküde aslında birçoğumuzun öyküsü saklıdır. Dizeler sanki bizim için yazılmış, melodiler sanki bizim için yaratılmıştır. Yalnızlığımızın dizeleridir, okuduğunda o hiç kimseye kolay kolay anlatılamayan burukluğumuzun öyküsü vardır.

Türküler aşklarımızdır, söyleyebildiğimiz, ya da söyleyemediğimiz aşklarımızdır.
Türküler dostlarımızdır; yalnızlığımızın tek kurtuluşudur.
Bir duygu bir dize, bir dize bir şiir olur; bazen o şiir bir türkü sözü olabilir
Türküler iç dünyamızın dışa vurumu, duygularımızın sel gibi akmasıdır; “an”ın mutluluğu.
O zaman; Türkü dinle, türkü söyle…

Bir Türkü
Lo berde Lo berde!...
Yeni düştüm bu derde! ...
(Kürtçe’si de çok içli)
Bir şiir
Anlattı erenler: Bir bahar değil,
Aşkın ömründe bin bahar varmış.
Hicranla ağaran bu saçlar değil,
Sevgisiz kalan kalb ihtiyarlamış...
( Faruk Nafiz Çamlıbel: Han Duvarları)

Ey okur unutma !...
Biten
Gizlenen
Başlayan
Süren
Saklanan
Başlayacak olan
Uzaklarda kalan
Uzak aşklar da olsa

Hem aşık olduğun sevgiliyi hem de yeryüzündeki tüm aşkları ve aşıkları yüreğin sevgi dolu selamla...

Çünkü, aşık olmayan adama, “adam değil cüdam” (ODUN !) diyoruz.

Son söz:

Ey okur !...,
Aşkı yaşıyorsan da, bulutların üstüne çıkmasını bil !...

Ve orada –zamanın olursa- şu soruları kendine sor…

Özet:

Aşk üzerine söylenenler, olsa olsa yaklaşımlardır; kesinliği belirlenemeyen; belirlenemeyecek yaklaşımlar. Çünkü, duygulara yönelik bilimsel tanımlamalar yalnızca kağıt üzerindeki varsayımlardır; daha öteye gidebilir mi?

Ancak bir yazı, diyelim ki Sadık Top adındaki Türkmen’in yazdığı bu “yarım yamalak” yazılar büyük bir aşkın ancak önsözü olabilir, olabilirse.

Ya da biten bir aşk serüveninin yazıları olabilir, olsa olsa...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.